10 Kasım 2007 Cumartesi

Sözünü Tutmak

Sözünü tutma, bir karakterin ifadesinden çok, karar vermişlik, karar verebilirlik, karar alabilirlik ifadesi.

Karar veren an'da, anında karar veriyor, ama hesaba kattığı şey çok. Hem de hesaba kattığı bir şey yok. Kararında kendini bilmenin yüklediği bir dünyayı bilirlik, dünyaya hakim olamazlık, kendi gayretinin bilgisi, kendi niyet bildirgesi yüklü.

Bir karara zorlanan insan, hızlı karar veren insan, sözünü tutabiliyor. Hesap yapmasına gerek yok. Dünya omuzlarında zaten.

Karar verebilirlik, karar vermişlik sorumluluklar üstlenmişlik, kararsız kalmışlıklar, üzerine düşünmüşlükler, hayata kapılmışlıklar, karşı koymuşlukların ufkuyla, hikâyesiyle giyindiriliyor.

Hızlı ya da yavaş karar veren, ama hesabında karşı taraf olmayan, dünya olmayan insanlara bazan diyorum ki "bu dediklerinizin arkasında iki sene sonra durmayacaksınız, verdiğiniz söz hesaba katılacak sözden değil!", "ve verdiğim söz, sözümden öncesini de sonrasını da kapsıyor!"

Özentiler, hayaller, takıntılar, kolay işler gelip geçiyor. İnsan bazan kararlarını diğer insanların da hayatları, rüyaları olduğunu düşünerek alıyor. Bazan bundan mahrum oluyor. Tesadüfle gelen, geldiği gibi gidebiliyor da. İnsanda bir açıklık yoksa uğrayan güzel tesadüfler neyler? "Dibi delik kaba aşkın suyunu, boşuna uğraşma dolduramazsın!" derdi Taşra'da Aşık buna. Duyan kim? O taşradan gelenler de artık şimdilerdeki global ikâmetleriyle tanıtmaktalar kendilerini. Populer mahalde, aşksızlar apartımanında mukim.

Üzerimizde alınmış çoğu kararda hayatımız yok, yapacaklarımız, yapmak istediklerimiz, yaptıklarımız yok. Şarkılarımız yok.

İnsan karşısındakini tanımayabilir. Ama rüyasını tanımalı. Bizi "en iyi tanıyan kim" bunlara, yapmaya çalıştığımıza, olabileceğimize önem veriyor? Kim içimizdeki melâli ciddiye alıyor?

Evinde ciddiye alınan kim? Kim kendi derdiyle kavranıyor?

Geçenlerde güzel bir site gördüm son büyük bir düşünürlerimizden birisi üzerine. Yoğun yazışmalar, büyük bir ilgi. Peki kendisi yani hayaleti uğrasaydı o siteye? Kim dinlerdi? Kim aldırırdı? Kim okurdu. Orada onu farkedebilecek olanlar kaç kişi olabilir sizce?

Bir gün üzerinize çokbilmişlik endüstrisi kurulabileceğini, hızlı tezler yazılabileceğini düşünün de tırsımayın bakalım. Neler derler, geçmişte kalan için. O "şanlı" entellektüel geçmişin bugünde devam edenine de neler neler reva görürler. İnsan bu. İnsansız da olmaz, insandan uzak durmadan da. Ariflere değer verecek olursak.

Kim dostunu, sevdiğini, çocuğunu tanıyor, yani tanıma derdinde? Kim tanınma derdinde?

Bizi sevgiyle karşılayanlar hep, bizlerden belli şeyleri belli şekilde yapmamızı, ne kadar sığ olursa olsun bizden istediklerini söylememi,zi hayatımızla ilgili kararları sadece onların hesaplarına göre yapmamızı beklemedeler.

Ortada dünya var, yapılması gerekenler var, gösterilmesi gereken duruşlar, alınması gereken tavırlar var.

Kimimiz için hayatı bir verilmiş söz, ki söz verişler araya iki oda bir salon açışlar, ya da araya sokulacak bir yeni sorumluluk. Kimileri sorumluluktan azad, her yönde dalgalanan bir hayatın peşinde.

Sorumluluk içinde insanın bin bir çekinceyle alınmış kararı gerçek bir karardır da, hiç bir yükümlülüğü olmayan insanın kararı her gün yeniden pazarlıktan, modifikasyondan, çekincelerden, ilavelerden geçen bir kararsızlıktır.

İnsan hayatı zamanla şekillenir yön bulur. Zaman neleri, neleri değiştirir. Bu değişimde, değişimlerde hep "aynı" kalışın sırrı nedir, hep konuştuğumuz bu idi, konuşacağımız da bu.

Sorumlu insanın kararları, kararsızlığı hep bir sözün tutulması, sözde durmanın, sözünde durmanın kıvranışları, acısı, neşesi, kendini sunuşlarıdır.

Sorumsuz insan, masum bir insanın elini sımsıkı tutup da, günaha estetik yazan şaşkınların günahsızlığındadır, duyanlar gereğini yapar, o işgal ettiği elde kusur arar, neyi davet ettiğini bilmeyenlerin masumiyetiyle. Evet, herkes masum. Günahseverler de. Günahsızlar da. Kendini herkesten günahkâr görüp, başkalarının ölçüsüzlüğüne özenmeyenler de.

Yanlış kararlar? Hayatın akışı? Köprüden geçen sular? "Köprüden geçemiyom"lar. Evet, hikaye edilişi bitmez hayatın. Hayat biraz da hayat hikayeleri. Hikayesi olan hayat, hayatımız, hikayelendirilebilir hayat. Ve hikayeden bir işmiş gibi yaşanır gider hayat. Mahkumiyetimiz burada başlıyor, arzeylerim, halimizden, Efendim.

9 Kasım 2007 Cuma

İncinmek

Hassas olmayan incinebilir mi?

İncinmeyecek kadar sağlam basmak için dünya kadar incinmiş olmak, direnmiş olmak, dayanmış olmak, sürünmüş olmak gerekmez mi?

Kim manda derisiyle insanlık taslayacak, olgunlaşacak? Mandalar bile sineğe dayanamayıp çamura bulanır, bataklıkta debelenirken.

Ölmeden ölen insanın öldürdüğü duyarlılığı, inceliği, hisli oluşu değil. Farklılığı, dışarıdan, konunun üzerinden de bakışı. Bu bakış varsayımsal değil, bir arşimedci başlangıç noktası da değil. Normatif bir duruş.

Hayat hikayesini kurgulatan, kendi hikayesini bütünleştiren gelecek anda yerleşikliklerden koparak, kuramsal bir yarınsızlıktan, bugünsüz oluştan, ansız ve ansızın bakıştan, aşkın'ı yoklamakta oluşu.

İncinmemek bilgelik ister, gön'le kaplı oluşu değil. İncinmemiş bilge olsun diyen bulunamadığına göre.

8 Kasım 2007 Perşembe

Muhafazakârlık Üzerine

Muhafaza edilecek ne var? Ne kaldı? Muhafaza edeceğimiz şey o şeyin kendisi mi, bir yorumu, bir sureti, katılmadığımız bir şekillenişi mi? Yahut da, katıldığımız, zamanında sınırlanarak katıldığımız bir şekillenişi mi?

Bir kültürün içinde oluşumuzu kültürün aktarılır oluşunu, insan tekinin ömrü boyunca sorun çözümü ve gündelik hayat pragmatiği için gereken tecrübeyi asla edinemeyeceğini bilmek söylemek mi muhafazakârlık?

"Özel hayatım, yaparım ederim"ciliğin de bir yaşama tarzı, bir kültür olduğunu söylemek mi muhafazakarlık?

Bir hayat tarzı, hayat kalıpları, kurumlar, davranma kılavuzları bizi altından kalkamayacağımız kadar karmaşık sorunlarla, psikolojik ve toplumsal bir çığın altında kalmalardan koruyabiliyor. Fırtınalarda gezinme klavuzu sunabiliyor. Binlerce yılın deneyimi, sınaması, sınanmasıyla oluşmuş kurumlarla yüzyüzeyiz. Gerekçeleri, savunulma nedenleri, güncel temellendirilişleri "fonksiyonlarıyla" örtüşmeyebiliyor.

İnsanın kendi kararıyla, kendi deneyimiyle alabildiği kararlardan daha karmaşıkları insanlığın kurumlarından yola çıkarak aynı donanıma sahip olmayanlarca alınabiliyor.

Yemekten önce el yıkama tabu olarak da görülebilir, bir sağlık kuralı olarak da, ikisi de. El yıkayan mikrobiyolog olmak zorunda değil. Gerekekçeleri de eyleminin doğru açıklaması olmak zorunda değil.

İnsanlararası çatışmayı engelleyen, bir çocuğun sosyalizasyonunu kolaylaştıran, bir hastanın bakımını tereddütsüzce yapılabilir hale getiren kurallarımız var. İki toplum kuramcısının bile bir çocuğu yetiştirmede zorlanacakları yerde gelenek devreye girebiliyor, en sıradan ufuklara bile hizmetini sunabiliyor.

İki aklı başında toplum kuramcısı geleneğin sunduğunun da üzerine düşünerek yetiştirebildiklerinde kendilerini kendi yollarını çizen insanlar olarak görmeleri biraz daha kabul edilebilir. Başarıda kapıcılarını geçmelerinin garantisini veren bir sözleşme yok ellerinde. Hem hayat açık, hem de etkiler çok yönlü. Bilmek, düşünmek, bildiğini sanmak yeterli değil. Yetiştimenin sabrını bilmek dahi çoğu kez bir çıkarsamadan çok terbiye işi. Hayat tarzı işi. İçinde yaşadığı kültürle ilişki işi.

Kültür edinilir olduğu kadar, taşınılır, aktarılır bir kurum. Kamusal alan burası, özel hayat, kimselere hesap vermeyeceğim, bildiğimi okuyacağım diyemeyeceğimiz bir hayattayız, hayatlayız. Özgürlük sorumluluğun söz konusu olabildiği alanlarda tartışılabiliyor maalesef. Bunu bilen siyaset kuramcısı, toplumbilimci, felsefeci var mı? Yaptıkları hakikatsiz bir şeyse, bu hakikatsiz bilimlerin aktarılması bırakın muhafazakarlığı, tutuculuğu, ilericiliği, gericiliği, vandallık değil de ne?

Akademiye, yazına, şiire, sinemaya bakalım. Kurumların ortadan kalkmasından sonraki (aydınımızın özgürleşmesi de bu!) tahlilleri, orataya koyabildikleri, eleştirebildikleri toplumun daha örgütlü olduğu dönemlerden daha mı derin? Topluma toplumsal kurumlarla da bakabilen, kendince terketse de bir terbiyeyi, bir aktarılanı bir zamanlar almış olan kadar bakabilen aydınımız var mı?

İçinde yetiştiğimiz gelenek bir kerede tanımlanır, sınırlandırılır ve eleştirilip bir duvara asılabilir bir şey değil ki. Bir tanımla kurtulduğumuz sadece kişiliğimiz belki. O da bireyselliğimizi frenleyecek bir adım. Başkalarıyla ortak ve başkalarıyla ayrıştığımız yanlarımızın arasında bizim biz olma evimiz.

Gelenek var demek, içinde ölçüp biçtiğimiz, düşündüğümüz, reddettiğimiz ya da kabullendiğimiz dinamik, yaygın, karmakarışık bir yerleşiklik hikayesi. Anda değil, geçmişteki değil, gelecekteki belirsiz hali hiç değil.

Gelenek var demek, gelenekçilik değil! Tersine, bir kereliğine tüm zamanlar için tanımlanmış bir gelenek yok demek. Sürekli ufuk kaynaşmalarında, düşünmelerde, anlama çabalarında, zamanlarda, şurada burada oluşlarda geziniyoruz demektir. Bir insanın tüm insanlığın kurumlaşmasının tek hakimi, açıklayıcısı, sınırlandırıcısı olma şansı yoktur demektir. Sınırlı sonlu insanın, sınırsız sonsuz karşısında bile bir duruşunun olacağını düşünmektir. İnsanın hakikatin sahibi olmadığını bilmektir, insan hakikatliliği.

İnsan zamanın çocuğudur. Düşünme, anlama, eyleme, karar verme, bir yerden, bir yerleşiklikten yapılır. Bir ezberden değil.

Gelenek var vurgusu, özel hayat bir kültür ifadesidir, bir kültürdedir vurgusu vandallığı, kültürsüzlüğü, benim aktarma, alma verme sorumluluğum yok demeyi getirmez. Tersine, sorumluluğu, inceliği, karar verirliği, insiyatifi getirir. Keyfilik, "özel hayatımdır, kime ne"lerde dir.

Özel hayat basit bir ayrıntı. insanlar ne kültürlü olduklarında kültive kararlar alıyorlar, sublim'in vucutlandırılmışı oluyorlar, ne de sana ne ben bildiğimi okurum diyenler kültürü sarsabiliyorlar.

Kültür ya da kültürsüzlük dediğimiz de aynı kültürel naivite içerisinde meşrulaşan işler çoğu kez.

Gelenekten benim gibilere "muhafazakar" diyenler kaçamıyor aslında. Acı olan da bu. İlericilikleri, değiştiricilikleri tuzağın içinde peynirini saklayan farenin kıstırılmış özgürlüğünün telaşesi.

Ben muhafazakar değilim. Gelecek şekillenmemiş. Görüyorum. Sorumluluğumu da üstleniyorum. Akıntıdayım, aktığımı görüyorum, çarpacağım yerleri de. Gücüm ne kadarına yeter? Bir insanın gücü neye yeterse o kadarına.

Ben, bana aktarılmışı da okuyorum, alıyorum, kendimin ediyorum, üzerlerine düşünüyorum. Benim işim hayat. Benim işim hakikat. Akademik metinleri birbirine bağlamak, şık laflar etmek değil işim.

Ve öğrendiğimi, dersimi aktarıyorum. Benim yapamadığımı başkaları yapacak. O akıntıya düşseler de düşmeseler de. Kendi tecrübelerine ihtiyaçları olacak. Ama her belayı da ille de kendi gözleriyle görmüş olmayacaklar. Geç kalmayışları kendinden önce gelmiş insanları dinlemelerinden olacak.

Bilim de bir gelenek. İsyan da. Sendikacılık. Aile. Hatta delilik. İtiraz. Eleştiri.

Yemek içmek gelenek. Yediğini içtiğini bilmek kafası karışık diyetisyenlere bile imkansız. Bir yemek kültüründe doğmaksa ne büyük bir imkân.

Soyut'un içinde, kilimin üzerinde doğmak. Şiirle atışanların ülkesinden gelmek.

Ve reddetmek. Kendi yolumu kendim çizeceğim demek.

İmkanları değil, imkansızlıkları, yol açan kurumları değil en karanlık yanlarını beslemek, farkında olmadığına, farkında olmayışa, lafza, rüyaya değil hayalete teslim oluş.

Yalanla yaşamamayı seçtiğinde insan, kendisine ne denileceğine bakmaz. Hakikate ve hakikatine bakar.

Dünyanın hakimi değilim. bunu biliyorum. Kültürün de mühendisi değilim, reddediyorum. Bu beni özgür kılan. Geleceklerden gelecekler beğendirebilen.

İnsanların arasında yaşıyoruz. Birlikte varoluyoruz. Bir tarihte bir yerleşiklikte. Ve bir tarihle. Oluşumuzla kucaklaşıyoruz, o kadar.

Siyasi muhafazakarlık,kiltirel muhafazakarlık, ilericilik, gericilik, ihtilalcilik sığ bir modernizmin sorunsalı. İsteyen ona tabi olur da düşünür. İsteyen Düşünür.


(Ağ'da sorun çıktı, okunmamış verisyonu yükledim, hatalar var yazıda, düzeltilecek.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Dibe Vurmamız Yakındır! Dibe Vurmamız Şarttır!

Dibe giden sakin olmak, çırpınmamak, nefesini tutmak, soğukkanlı olmak, aklını başında tutmak, aklının başına gelmesini ummak durumundadır.

Dibe gideceksek, gidilebilecek en derin dibe gidelim. En derin uçurumlara, sulara umut bağlayalım.

Madem düşeceğimiz en derin çukuru görmek bizim elimizde, dalalım o çukura da bakalım, içinden çıkılamayacak hangi çukur varmış?

Aydın, bin adım önde giderse aydındır. Kuyuya ilk o düşerse. Kuyudan ilk o konuşursa.

Dostumuzun dost, düşmanımızın düşman olmadığı, misafirin ancak talan için uğradığı, soframıza insanlığın uğramadığı bir koaservattayız. Ve aldırmıyoruz!

Aldırmıyoruz bu sulu, pis kokulu, çürük çorbaya! Güzel kokuyor gülyaprağımız! Şiirle süpürüyoruz! Aşkla konuşuyoruz! Aşkı sususuyoruz!

Ey Celâl'e şaşıran! Öfke dokunduğunu yeşertiyorsa yakınman niye? Sen halden mi anladın? Aşkdan mı? Aşıkdan mı? İnsandan mı? Hayattan mı? Gül yaprağıyla dokunandan mı? Başkalık hakkından mı?

Dibe vuran insanın, aklı başına yürümüş, aşkı başına yürümüş insanın celâli sessizdir. Sadece bir kararlılıktır, kopuştur, koparıştır, yaradanına sığınıştır. Hakla, haklılıkla, hukukla, aşkla, ahlâkla, işin dibini görmüşlükle eyleyiştir.

Sabrı taşıran, halkı, insanlığı sahipsiz sanan, aç gözlülükte haddi hududu olmayanın korku zamanıdır dibe vuruşun yaklaşması.

Kendisini insanlık adına koruyan, bin yıldır, karşılıksızca dostluk elini uzatmış olan ona sırt dönecektir!

Kendisine uzatılmış dost elini kopardığını sanan, o el bir cesedin elidir! Sığınağından oldun!

Hiç bir güç kalıcı değildir. Hiç bir hesap çarşıya uymak zorunda değildir. Yanıldığını acıyla seyretmekteyim!

İnsanlığın en iyi yanlarına boş verdin. Kardeşliğe boş verdin. Sana uzanan eli kaptın. Serbestçe dolaşabildiğin sokaklarda, sana sürgülenmemiş her kapıyı açtın, hakkını, hukukunu, açlığının sınırlarını aştın.

Senin iktidarınla, senin hırsınla, senin açgözlülüğünle nerelere gidebileceğimiz daha ne kadar ortaya dökülebilir?

Buyur devam et! Biz nefesimizi tutmuş girdapta dönmekteyiz. Kullanabilecek ne bir kuvvetimiz, ne de sabırdan başka bir irademiz var.

Kıyıya çıkacağız, ama bu sel köprüleri de yıkacak. Suda olanın kaybı ne? Sudan yeni çıkanın, ıslanmış olanın kaybı ne?

Bundan sonra sorgulanacak olan sensin! Sadece sensin!

Ne yaparsan yap, nasıl manipule edersen et!

Derinlerin en derinini, çukurların en çukurunu beklemekteyiz ve artık dibe vurmak üzereyiz!

Kapılarımızı söküp gitmeye kalkanlara kapılarını verip göndermekteyiz!

Ve artık açıkta yaşamaktayız!

Rüzgârda, güneşde, suda! Tuzda kavrulmaktayız!

Yeniden insan olmaktayız!

Yeniden konulacak sınırlar, eşitliği, kardeşliği, dayanışmayı esir etmemek için, bir defa daha!

4 Kasım 2007 Pazar

"Düştü"

"Kimi terk-i nam u şane kimi i'tibare düştü" diye bitirir o güzel gazelini Şeyh Galip.

Aydın olmak bir kapkaççılık sanılmakta ne zamanlardır. Bir ses bul yakala, ses getiren ya da ses kestiren bir ufuk yakala. Üzerinde oynayıp kendinin yapmaya yakın eserler bul ustası bir kenarda oturan. Metinleri biribirine bağlamanın, zarif laflar etmenin gizli ezberlerini keşfet. Akademinin kolaycı rituallerini, hakikatsiz ukalalığını edin. Anlamanın metodunu bulamayınca, anlamamanın şık metodiğine kalebent ol: Akademik kariyer yap. Gerisi şov, defile, imaj, ilişkiler kurma, zaaflar yakalama işi. Yapmadan yaşayabileceklerimizin telaşe müdürlüğü. Ve sadece ihtiyacın ve tesadüflerin dümdüz edemediği, varlıklarının başkalarının asalaklığına meşruiyet kazandırdığı tek tük bilim adamı, birikim sahibi, haysiyet sahibi düşünür yada hiç olmazsa düşünenisever insan.

Bir ustanın bilinen, ezberlenmiş sözüyle oynayan, hakikatle, hakikatiyle altüst eden, tepetakla eden, aydınlatan, bir başka söylenmemişe aynayı tutan göndermesiz, kaynak belirtmeyen, kaynakları birbirine düğümleyen dolaştırmanın ince lafzıyla gölgede kalmışı, bilinmeyeni, susturulmuşu, varlığı inkâr edilmişi yağmalamanın lafzı bir tutulmamalı, tutulmamalıydı.

Varlığı inkâr edilmişin yokluğuna taziyedir de eserlerinin, çilesinin, çabasının, kafasını taşlardan taşlara vurabilmesinin, her yaşta öğrenebilmesinin, öğrenebilmek için, anlayabilmek için her kolaylık ve nimetten vazgeçebilmesinin meyveye duran ağacının talanı. Ukalâlık sınır tanımaz. Beğenilme, beğendirme, etrafını ezme, üzerine emek vermediğiyle pohpohlanma güdüsü. Pohpohlanacaktır. Aslını kalbinden ayırd edebilme üzerine mi kurulu entellektüel ahlak? Hakikatseverlik üzerine? Vefa ya da kadirşinaslık üzerine?

Ben her talanı sükunetle karşıladım. Ama emeği yağmalanmış her insanın burukluğunu da çektim: Daha fazlası vardı, asıl alabileceğinizi almadınız ama, o şamdanlar para etmez, değerli olanlar sizin için çuvala konmuştu, kapının arkasındaydı.

Kimselere bildiklerimi aktaramadan gitmenin acısıyla yandım hep. Kimse hepsini istemedi. Parlamaları için yetecek kadarı yetti. Öğrenci de, dersini alan da hep biz mişiz. Bir tartışmadan, bir buluşmadan bir ufuk karşılaşmasıyla, genişlemesiyle çıkacak olan da.

Ustalarımızı hangimiz talan etmedik ki? Ben aceleci yanlarını aşmalarına, başkalarıyla buluşmalarına, bir çiçeğin başka bir çiçekle buluşmasına yol açmaya çalışarak dolaştım fikirler, eserler, bir fikir kurmak için sarfedilmiş unufak olmalar arasında. Bazan parlak bir nükteye, bir ustalık pırıltısı da sunup teveccüh kazanmaya çalışmışlığım da az değil.

Eserleri eserlere bağlarken şık, oldu bitti, ben yaptım oldu demedim ama. Hakikat kaygısını, hakkani olma kaygısını asla terketmedim. Taksi sürdüm, bulaşık yıkadım, yerleri süpürdüm, yaşlıların altını değiştirerek geçimimi sağladım. Ama, düşünceyi, okunmayı, okutmayı, anlamayı, anlaşılmayı, hatta rezil olmayı aceleye getirmedim.

Yapayalnız kalmayı, sevdiklerimin rahata kaçmasını göze alabilmeyi, aç uyuyabilmeyi göze alarak yaşadım.

Okunduğum da oldu. Ne alıp da gidebileceğini düşünenlerce çoğu kez. Bulamayacakları eserlerin kapılarını araladım yine de. Alamayacakları eleştirilerin kapılarını. Yeni ahırı alıp gittiler. Yumruklarını içinden çıkarmak istemedikleri nadide vazoyu kırıp gittiler, avuçlarındaki iki kuruşluk hazineyle.

Hakikatin testisi kırılır da çiçek açar. Kırdığın kendi hakikatin, Ey Hakikatsiz!

Bizi yanıltmayan insan kapımızı çalacak mı bir gün? Biz onun kapısını çalabilecek miyiz? Bir gün?

Ona istediği her hazineyi verince, ama "yine de tevazuyla yaşa!" diyince, "eyvallah" diyen birileri çıkacak mı karşımıza?

Şeyh Galip "Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenare düştü" ile başlar gazeline. Kim anlar, binlerce yıllık çilemizi? Kim anlar, kendi ilk öğrencilerimizin yine kendimiz olduğunu? Talandan kalanın bakî olduğunu, bakî olana gülümsediğini.

Dünyada daha latif ne var ki tevazudan başka? Arif'in de yakınacağını görüp ona göz kırpmalardan başka.

Dede Efendimiz! Mektubunuz yıllarca dolaştı durdu, durdu da, bu fakir hayattaki,yani bir fakirin hayatındaki adresini bile buldu. Hep bizlerden sonrakilerin sofralarında susmaktayız, sofralarına susmaktayız.

Soframıza bir gazel daha düştü. Soframızdan bir gazel daha düştü.

Bir gazel daha yola "Düştü!" Efendim.

31 Ekim 2007 Çarşamba

Beklemek

(BEKLEME'Yİ SORANLARA CEVABIMDIR)

Beklemek büyük iştir. Bizleri en beklenmeye layık zamanımızda bekleyen olmadı. Size beklemeyin diyemem. Bekleyin de.

Beklediğiniz kişinin insanlığından umut kestiyseniz beklemeyin. Beklenmeye layık davranmadığını düşünüyorsanız beklemeyin. Ama bunun için beklemeyi bırakanı görmedim.

Beklemeyen, kendisi için bırakır. Bekleyen biraz da kendi rüyasından uyanmama peşindedir.

Bekleyen beklenen, bekleneceği bekleyen, beklenmeyeceği bile bekleyen, kararını vermeyi bekleyen bir sabrın çocuklarıdır.

Sabır, dehşete kapılmamak, karıncalanmamak, acıdan kıvrandırmayan bir sükunet. Bunu verse verse bize bir hayat tarzı verir. O da yok. Bir insanın kendi kapasitesi, bilgeliği deneyimi ile kolay kolay aşılabilecek bir eşik değil, kolay bir eşik değil, üzerinde beklenilen eşik.

Düşünün. Beklemenizin nedenlerini düşünün. Br rüyayı bozmamak içinse, ama o rüya sizin hapihanenizse, yani siz orada yalnız bırakılmışsanız, bir düşünün. Ama, hapisanelerde sınanır insanlık, hapishanesinde yetişir bazan bilgelik, deneyim. Her esaret, esarete açılmaz. Her aldanma, aldatılma, kendini kandırma hayalperestlikle bitmez.

Sınayın kendinizi. Bırakamadığınız bir acıysa, salıvermeyin. Acıdan kurtulmak için, kendinizi ya da feda edilemeyecek bir insanı feda da etmeyin. Her acı geçer. Her gecenin bir sabahı var. Sabah gelmeyecek diye panikleyeni sabah yorgun, bitkin yakalar.

Beni bir bekleyen olsaydı, kulu kölesi olurdum. Olmadı. En beklenilecek zamanımızda. En insan halimizde. En az hilekâr, en kendini unutmuş halimizde. Kendini unutan yarini de unutur, evet. Kendini unutamayana da yar yakışmaz. Kendini işine gücüne, başkalarının derdine, hayata kaptıran insandan bir zarar gelmez. İşlerini çabuk bitirir, yapması gerekeni eli titremeden yapar. Yine yüzünü sevdiğine döner.

Ben, ne unutanlardandım, ne de hayata aldırmayanlardan. Kendime en saygı duyduğum anda sevdiklerimin gözünde yerle yeksan olmayı görürdüm. İnsanın sevdikleri ne ister? "İlle de sen!" der. Bunda ne sakınca var? Ama eli boş gidemezsin. Yolda tekeri kırılmış arabayı geçip gidemezsin. Yıkılmış her köprüyü uçarak aşamazsın.

Ulaşmanın da, varmanın da bir kendi mantığı, kendi akışı var.

Beklenmeyeceği beklenecekten ayırt etmek zor iş. Bekleme diyemem, beklenmemenin ne olduğunu biliyorum, en beklenecek halimde beklenilmeyenlerden oldum. En beklenilmeyecek halimde de bir bekleyenim olmuştur, yazıklar olsun bana! Kendinden gönüllü. Halden kopmuş. Yufka yürekli bir insan bazan.

Her acının bir sınırı var. Dayanılmayacak acı yok. Ama dayanmak için gerekçe de yok çoğu kez.

Karar sizin. Yiğitçe verin kararınızı. Kimsenin sizi kışkırtmasına, size ders vermesine, hayatı imkânsız göstermesine izin vermeyin.

Acıyı çekin, hayatı göğüsleyin, ya da kestirip atıp da yine acı çekin. Hepsi gelir, hepsi geçer. Sancısız insanlık hali yok!

Nasıl bir hayat istemektesiniz? Size düşen sorumluluklar neler? Siz neyi göze alabiliyorsunuz. Sevdiğiniz için nelere katlanabilirsiniz?

Katlanmak nedir? Sevmek nedir? Sevilecek insan nedir?

İnsanlar derin cevaplarla, doğru kararlarla eylememekteler. Sadece kolaylarına geleni yapmaktalar. Söyleneni. O an neye açık dururlarsa onu. Bazan en zoru kolaylarına geleni. En havalı olanı. En az dikkat cezbedeni.

Aşık ve maşuk aynı tepside sunuluyorsa o birliktir yollarını ayıran. Başkaları için bir tepsiye bindirilmişlerdir.

Ayrılık kavuşturken, birlikler ayırabilir. Hatta ayrılığın gayrılığın ta kendisidir birlikte olduğunu sanış.

Sizin beraber olmanız için, sizin için oluş da olması lazım o kendisi için oluşun. Kim kendisi, kim kendisini aşmış?

Gerçekten sevdiniz mi? Sevmek mi istediniz? Aşka aşk, aşka gölge getirmemek? Kendi hayatına gölge düşürmemek? Aşksız eylememek?

Sevileceği bulmak zordur.

Sevilmeyeceği sevmek hem en aşağılık iştir, hem de terbiyeden geçmiş, kendini bilen insanca yapılıyorsa, bir duvarları aşıştır.

Kendiniz karar verin. Bekleyenlerin olduğu bir dünya, beklenilebileceklerin olduğu bir dünya daha güzel. Ama, unutmuşu, bir hayaleti, bir intikamı, bir işgali bekleyen de vebal altındadır.

Bir ihaneti bekleyen vebal altındadır. Kuzuluk canavarlıktır, canavarlaştırmaktır an gelince.

Beklemek kutsal iştir. Sabır işçiliğidir. Kısmetini bilebilmektir. Hayatını karıştırmamaktır, genellikle.

Yoluna gitmek, işine gücüne dönmek de dünya görevlerindendir. Hayata hakkani bakmaktır.

Karar senin ey insan. Ben sadece avutabilirim. İç çekebilirim. Kaş çatabilirim. Mahfolabilrim, kızabilirim.

Beklenen ben olduğumda, yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelirdi, çabalayan, didinen, çırpınan, özleyen bu adama. Anlayışla iç çektiğim de olmuştur, öyle gerekiyordur. Üstümü başımı paraladığım da. Sessiz, kimsesiz ya da insan içinde, rezil rüsva olmayla yıkanarak.

Ya beklenen sen olduğunda? Bir de oradan bak bakalım Ey İnsan.

Kolay gelsin, ama başına bu kadar sık gelmesin.

İnsanlar bu kadar ayrı düşmesinler. Bu dünya dünya olmasın gibi de bir şey oldu ya, neyse...

29 Ekim 2007 Pazartesi

Çöle Kim Düşer?

Çöle rezil olmaktan artık korkmayan, insanların içinde yaralı bir köpek gibi kıvranabilen, bir manda gibi çamurda debelenebilen, itibarını ve yerini, önemini yere çakabilen insan çıkabilir.

Çöle çıkanın artık durabileceği bir yer yoktur. Oturabileceği. Yerleşebileceği. Üzerine devam edebileceği. Bütün kapılar, bütün sofralar açık da olsa.

Ağlayan bir köpek, debelenen bir köpek bana yolu gösterdi. Çocuktum. Peşinden gittim. Sessiz sakin şehrin dışına çıktı. Kendine hakim, derdine hakim, intibaına hakim. Şehirle dağların arasındaki çayırlara ulaşınca, ulumaya, kıvranmaya, inlemeye, debelenmeye, yerlerde sürünmeye, iç çekmeye başladı. Paralandı. Seyretmek daha da paralayıcı idi.

Geldi yanıma oturdu. Susuştuk.

Sonra, o önde ben arkada, yavaş yavaş şehre döndük.

Herkesin güvendiği, sakin, kendine hakim, sokağına hakim bir köpek.

Herkesin güvendiği bir çocuk.

Hiç bir şeye hakim değil.

24 Ekim 2007 Çarşamba

Çöl

Aşktan ve gariplikten geldi başımıza, ne geldiyse
(Kendi "çevirim")


-Enis Diker'e-

Çöl açıkta kalıştır. Açıkta duruştur. Dünyayı yol ediştir.

Çöl savunmasız kalıştır, ter döken, yürüyen, emekleyen sığınıştır.

Çöl gece ve gündüzü yaşayıştır. Açıkta yaşayıştır.

Çöl vahadır. Vahada kalmayıştır.

Çöl bastığın yerle dostluktur, bastığın yerce yakılmaktır, kendi haline bırakılmaktır, kendi haline itilmektir.

Çöl verimsizliğe, kuraklığa, kavuruculuğa en yumuşak halinle çıkışın alanıdır.

Çöl leylayla karşılaştıktan sonrasıdır. Kurumaya, kurutulmaya, solmaya nefes veriştir, can veriştir, dikeni ayakta tutuştur.

Çöl yanılsama, serap, yol şaşırtan alemde yolunu kaybetmekten korkmayanın çıkışıdır. Nereye gitse, gideceği yere varır. Nereye varsa bir kaybolmuştur.

Çöl aşktan kavrulmuşluğun bahçesidir.

Çöl, leylanın varım dedikten sonra kaybolması, kaybedilmesi, ulaşılamaz olması, derdini, mecnunu unutmasıdır.

Çöl Leylanın gözyaşlarını akıtmadığı yerdir. Leyla bir orada yoktur. Her yerde Leyla görünürken. Her yol Leyladan gelir, Leylaya giderken.

Çöl Leylanın da Mecnunun da, dünyanın da kaybolduğu yerdir.

Çöl sırtlanların bile dizlerini titreten yerdir.

Çöl yere sererek, terleterek, kavurarak ayakta tutar.

Çöle sığınamazsın, kavuşamazsın, kaçamazsın. Dolaşırsın, ayakların birbirine dolaşır. Bulunamayacağı, kendini bulursun, kendinlikten koparken.

Çöl yalnızlığın unutulduğu bir yalnızlığa açılır. Susmakla konuşmak manalarını yitirir.

Çölde selamlaşma yoktur. Temkin yoksa da her daim, kenardan geçme, yoluna gitme vardır.

Çölde yol sorma, sohbet, yol kaybetmeyi göze alabildiğince olur.

Çölün çocuklarıdır ceylanlar, tilkiler, aslanlar, ve türlü alıcı kuşlar, fareler, karınca ve böcekler. Çölün dalgın çocukları. Çölü de aşk kavurmuştur. Savrulur ve soframıza gelir.

Çölün çölü de yaralı insandır. İncinmiş bir aşık, çölü de unufak eder.

Çölden çıkış yoktur. Aşktan çıkış yoktur. Kaybolmamış olan ne anlar?

Çöl mecnunun evi sığınağıdır, yolu Leyladan kaçışsa. Aşığın kadehini yere çarpmış bir Leyla, Mecnunun yolunu kesmiş bir Leyla, Mecnuna ilenen bir Leyla, Mecnunu asla dinlememiş, bildiğini okumuş bir Leyla bir başlangıç bile değildir. Leyla, o halde Mecnunun tecahülü arifanesindedir. Yolundan da özür diler bir kendisine seraba.

Çöle yüzünü çeviren Leyla, alıkoymayandır, gönül koymayandır, Aşığı dinlemiş olandır, derdini anlatmış olandır. Buna söz bile gerekmez. Aşık Maşukun yolunu kesmez. Maşuk da aşığın. Leyla Mecnununu yola düşürebilir. Mecnun Leylasını yolda bile düşüremez. Leylanın çırpınmalarına karşılık Mecnuna nazı geçer. Aşığın kime nazı geçer. Aşığı kim dinler?

Çöl aşığın oluş evidir. Açıkta, açıklıkta, tecrübesini buluşta olur ve ölür. Güneşten tüm zamanlar için korunamayacağını bilerek. Zamanı bilerek. Zamanını bilerek.

Çöl zamanın çocuğuna bir beşiktir. Anlama çölde mayalanır. Anlamanın ve aşkın sahibi olunmayacağı çölde uyanır.


Niyaz-ı Aşk Ederiz, Efendim.



(bitmedi, düzeltilmedi)

23 Ekim 2007 Salı

Fuzulîyi Gücendirmeden

Aşığın dünyası yok. Maşuğun bir sığınağı yok. Aşk neyleye?

Aşk için yola çıkacağına, kadehi atsaydın ya elinden. Dünyayı aşık etseydin. Dünyayı aşkla tanıştırsaydın.

Sırtını döndüğünde dalgalar alacak kumdan kaleyi, Ey Çocuk! Sadece kale kurmayı ve kaybetmeyi öğrenmektesin.

Senin gayretin, sevgilinin gayreti neye yeter? Dalgalar ve rüzgar, sahilde safaya çıkan çıplak ayaklar üzerinize titremedikten sonra.

Bekleyen bekler de, nerde beklemenin dünyası? Ki seni yola çıkarana mı dönmektesin? Dönüşün sebebine!

Sevgiliyi üzseydin, aşkın üzerine titreyen sen olsaydın, Ey Mecnun!

Duvara çarpsaydın tennurene dökülen şarabı. Dünyayı harap etseydin.

Tabip sendin, aşık sen oldun. Aşk derdiyle yanana kim sunar su?

Medet et ey tabip, yara sar, göz kulak ol, şişeyi gülün dibine dök, azar işit sevgiliden!

Nedir yoksa, bunu çaresi?

Eller arif değilken.

20 Ekim 2007 Cumartesi

Duygusuz Olmak

İnsan severek, duyarak hissederek mi karar verecek, ölçecek biçecek mi?

Gönül isterdi ki karar veren insanın kalbi pırpır edip uçsun, kanatlansın.

Verilmiş kararlardan sonra omuzlara bir ağırlık çökmesin.

İnsan, sevdikleriyle sevmedikleriyle, gördükleriyle, göremeyecekleriyle bir arada yaşıyor.

Bir arada yaşama, aynı anda aynı dünyada olmayanlarla da birlikte yaşayacak olma hali.

Çernobildeki itfaiyeci, İzmitte enkazdan insan kurtarırken sıkışan kurtarıcı da belki verilmiş sözlerle, verilecek sözlerle sabah evlerinden çıktılar.

"Dur gitme!" diyen kıymetlisine ne diyebilirdi ki Çanakkaleye doğru yola çıkan asker. Ne savaşı o ilân etmişti, ne de savaşa karşı bir aşkı vardı. Gitti, dönmedi. Bir asker ancak böyle olurdu diye okuyoruz arkasından.

Hisarlı Ahmet "Yağmur Yağar"da bir başka hakikati de vurguluyor. Onu uğurlayanın yana yana kül oluşunu.

İşgale uğrayan bir ülkenin meçhul askerinin yavuklusu bir işgal askeriyle evleneceğine onun en samimi arkadaşıyla, ya da memleketindeki en nefret ettiği adamla evlenseydi, trajedi daha az mı trajik olurdu?

Soyumuzu, soyluca karşıkoyuş, yiğitlik sürdürmüyor, ne yazık! İnsanlar doğuyor, büyüyor, kapışa kapışa yaşıyor ve ölüyor. Yiğitçe direniyoruz. Kenardan geçiyoruz. Yine de kimsenin hakkını veremiyoruz. İdam sehpaları da bizim için kuruluyor, yayınevleri bizleri yoksaymak için çalışıyor adeta, basın bizleri bastıran bir içgüveyisi.

Ne olacaksa olsun Çanakkaleme giderdim. Ama ben de, ben de yanar yanar kül olurdum.

Aldığım kararlar duygusuz kararlar bazan. Rüyalarımı söndürecek kararlar bazan evet. Duyguyla aldığım kararların da bir sürmeliye ya da insaniyete lakayt, kayıtsız, aldırmasız, acımasız olması gibi.

Bu memleketin aydını vardır diyorum, olmalıdır diyorum, kimsenin kıçını yalamadan yaşayabiliriz diyorum. Tüm insanlığa açılan bir kültürümüz var, ayakta tutmalıyız, kaç kurtulculuğa karşı direnmeliyiz diyorum.

Üniversite, basın, okul, sokak, aile, komşuluk boşaltıldı diyorum. İnternet Global Kerhane oldu diyorum.

Anoreksi diyorum. Cinsellik haz aracı haline geldi diyorum. Siyaset dinamiklerinden çıkarıldı. Gençler, aydın sömürge valisi bekleyişinde. Aydın'ı yetiştiren ekmek bulamazlarsa pasta yesinler demekte.

Borca sadakat diyorum, kimsenin hatırına işimizi yarım yamalak yapamayız diyorum, alın terimizle çalışmalıyız diyorum. Dayanışma, hak, hukuk, adalet, ahlâk diyorum. Diyorum da diyorum. Etrafımıza, tanımadıklarımıza, tüm insanlığa, ağaçlara, taşlara, kuşlara karşı verilmiş sözümüz var diyorum.

Ve verdiğim her kararla bir yere, birisine göre zalim, duygusuz, ruhsuz olan ben oluyorum. Bu doğru mutlaka. Tüm kainata yetecek bireysel kararlar alamıyorum. Sadece kendi hayatımla, kendi karınca hayatımla yoldayım.

İnsanlık için karar almak, toplumsal kararlar almak daha kolay gibi, insan bireylerinin hayatlarına olacak etkisi kararın kendisinden bağımsızmış gibi geliyor insanlara.

Savaş kararı çocukların hangi şehirde okutulacağından daha kolay bir karar bazılarına.

Savaş kararını haberdar olmadan kolaylayan, iki gün geç gelmeye karar vermiş nişanlısı yüzünden yataklara düşmüş genç kızın gözyaşlarına nasıl kayıtsız olalım? Ama dünyaya nasıl o acıdan bakalım? Peki bakalım da, oradan nasıl kararlar alalım? Alalım da, şu an'a nasıl karşı duralım?

Evet, ben aldığım kararın önünde giderim. Buna aferin diyen ne bir ana, baba, ne de eş dost, ya da sürmeli bir kızcağız bulunur.

Eğer bir karar alıyorsan, başkalarını ağlaştıracağına, kendi evinde başlat feryadı.

Duygusuz sen ol. Unutkan sen ol. İhmalkar sen ol.

Sokakta düşeni kucağında hastaneye götürürken, seni son kez bekleyen sevgilini bir daha göremeyeceğini düşünemezsin. İmtihanı kaçırdığın için hayat boyu tezgahtarlık yapacağını. Taksi şöförlüğü yapacağını, bu dersi bir kürsüden vereceğine.

Evet ders verme, dersini al, yoluna git!

Taş ol bazan. İnsan ol.

İhmal ettiklerine ağla! Acı çek! Ama dünyayı süklüm püklüm terketme.

Yapabileceklerini yaptın. Ve o yüzden yapabileceğin onca güzel şeyi yapamadın Ey İnsan. Tersini söyleyenle oturup kalkma.

En güzel yanının hesabını ver, onun için de özür dile.

Karnını doyururken bile keç kez başkasının lokmasını tıkındığını unutma!

Yapılabilecek herşeyi yapmak insana mahsus değildir.

Bazan boynunu eğ, düşün.

Hayır, şimdi direnme vakti!

Peki, "aynı anda" direnme vakti!

16 Ekim 2007 Salı

Sadakat Üzerine

Sadakat insanın kendisine gerek, kendisinde gerek, kendisi için gerek.

Sadık olmayan insanla yolarkadaşlığı değil, yol yitirilir.

Sadık olmayan insan kendini yitirir. Kendini yitirmişle yarışan, kendi yolunu da yitirir.

Eskiden "sadakat krizi" diye bir aptalca kavram kullanılırdı. Neye sadık olacağını şaşırmış insanlar. İki arada bir derede kalmışmışlık. Bir yerde; rahat, uygun, rahatlatıcı, uygun bir yerde durma ve o yerden bahane üretme.

İnsan aynı zamanda kendisine, sevgiliye, memleketine, memleketlere de, ailesine, ailelere, düşüncesine de, düşünenlere de sadık olmadan olur mu?

Sadık İnsan dostuna da düşmanına da sadıktır. Onların hukukunu bilir, yanlışlarını örter, onlara ait olanı onlara saklar. Eleştirileceği eleştirir. Deşileceği deşer.

Attığı adım, bir başkasının yolunu kesmez. Aşkı fetih değildir. Aşı başkasının elinden kapılmış değildir.

Başkasının erkeğine, kadınına, kedisine köpeğine, körpe kuzusuna, rüyasına, çilesine göz koymaz. Kenardan geçer.

Kendisine ait olanı kendisine helal olduğunda, yani alma hukuku olduğunda alır.

Sadık insan, sevdiği insanı bile görmeden geçebilir. Başkası vardır. Başkasıyla daha mutlu olacağı vardır. Herşey uygundur ama barışı bozacaktır. Tereddüt görmektedir. Zarar vermekten çekinmektedir. Şartlar uygun değildir. Arkadaşının (komşusunun?) aşkıdır, vesaire.

Hakkını almak ya da vermek kadar önemli olan, düşmanının, rakibinin dahi zararını istememektir. Kârımızın başkalarının zararından geçtiğini düşünmemektir.

Kuzunu fırına atan kasabı düşman görmemek ne mümkün? Dostu ateşte gördüğünde çıldırmak, insanlararasılığı yakıp yıkışlara karşı çıkmaktan da ötede bir haktır.

Her gidenin ardından ağlamayacağımız gibi, her talancılığa karşı da savaşmıyoruz.

Terbiyemizle duruyoruz.

İnsanlığa karşı sadakat eksikliğine, ancak sadık durarak karşı gelirsiniz. İnsana, dosta, düşmana, kediye köpeğe, zalim eş'e, sevgiliye, beşikteki yavruya, eşikteki misafire.

Terkedilebileceği için evi yağmalayıp apar topar terkeyleyen adam/kadın, bir gün tekmeyi yiyeceğini sanarak yiyeceğini uzatan eli parçalayan fino, kuyruğuna basılabilirdi diye pençe salvosu atan süslü kedi... Süslü kedi kuyruğundan tutulup atılabilir. Fino, kapıdışarı edilebilir. Eşler boşanabilir. İnsanlar ülke değiştirebilir. Görüşler değişebilir.

Karşısındakinin değerini hep unutuveren kimse, hiç bir yerde edinmediği, cebine alarak gitmediği bir şeyi yeni mekanda nasıl edinecektir?

Değişmek, ayrılmak, fikir ayrılığı, uzak durmalar insani hallerdir. Sadakat, çoğu kez artık sevmediğimiz insana, bize zulmeden aidiyetimize, hapisanemizedir.

Sevdiğine herkes sadık mıdır? Lâfta öyle! Hakikatte "sevenler" birbirlerini sadakatsizlikle tehdit eder, rahatlarınca sadık kalırlar. Alternatifler canlı tutulur, bir çıkış planı hep vardır. Aldatılan, aslında aldanan ya da kendisini aldatmayandır, bir çıkış planı, b planı olmayandır, hazırlamayandır.

Ülkeler vatandaşından korkar, yeni ülkeler yeni gelenlerden çekinir. Ciğerci kediden. Tavukçu tilkiden. Bir arada durmaktan da imtina edemezler.

Sadakat, terketmemekte, şaşırmamakta, yalpalamamakta değil. İnsan bu, kaçış da ister, tüyme planı da. Sadıkların sadakati nsanlararası dayanışmada.

Kusurumuz her daim, başkasının hazinelerinin anahtarını getirene, "benim bunlara ihtiyacım yok" diyememelerimizde. Başkalarının çocuklarını çocuklarımız,işlerini işimiz, mutluluklarını mutluluğumuz göremememizde.

Dert kapımızı çalıyorlar, dinliyoruz. Dert dinleyen eli de kapabiliriz, dertlerini alıp, hayatlarına geri de bağışlayabiliriz.

Akbabalar gibi, fırsatımızı bekliyoruz. İntikam peşinde, kısa zamanda pişman olacak bir şaşkın, kümese dalmış bir kedi,fırında saman arayan bir kuzu ayaklarımıza geliyor.

"Burda ne işin var ey kuzu, anan seni beklerken" diyeceğiz. "Bu benim hakkım değil!" diyeceğiz. Başkalarının toprağı, malı canı üzerinde talepkar olmayarak, tevazumuzla insan olacağız. Yine de talip isek, yani sahipsiz bir kuzu kucağımıza atlamışsa, "uslu dur kuzu, burası kebap fırınıdır, burada dostluk olmaz!" diyeceğiz, ateşten alıp, bir emanetin bahçesine salıvereceğiz.

Hata herkes yapar. Hatadan faydalanmayacağız. "Hataya yol açan bizden değildi ki!" demeyeceğiz.

Akbabalar gibi dolaşıp hazır bekleyeceğimize, uzak duracağız. Arkasını dönüp, tavşanlara yol veren aslan olacağız.

Vereceği bir bilgisi, satacağı sevgilisi, bir acı çektireceği, ya da olası ayrılık acısından kurtulabilmek için çiviyi sökecek bir çivisökeceği arayan bir taze insan her daim olacak. Her evde. Her köşede. Her olası dünyada.

Onu anlamamazlıktan gelen, sırtını örten, avutup geri gönderen ve kabahatini örten birileri olmazsa, insanlar nasıl sadık olur. İnsanlar nasıl müşfik olur, insanlar nasıl birbirine dayanır? Nasıl katlanırlar?

Arkadaşımın işinde gözüm var. Bir sorun yaşamasını bekleyeceğim. Eşinde gözüm var, kapışmalarını bekleyeceğim. Bu nasıl bir ahlaktır? İhanet, hainin kapısını çalanda değildir. Sadece kapıyı çalan da bir sorumluluktur. Hukuk buradadır. Hukuku burada bırakalım.

Çaldığımız kapı, bir aşık-ı sadıkın kapısı olsa, geri çevirir. Utandırmaz. Utandırsa ne olacak ki?

Aşık-ı sadık sır saklar. Ayıp örter. Yatıştırır.

Sen, faydalanabileceğin insana, onun geldiği, gittiği yerlere sadıksan ortada ne kurban kalır ne kasap.

Kuzu kasapmış muamelesindeyiz. Değil! Sen eşiğine saman saçıp bekleyen cehennem sahibine bak!

Her "bu ihanet bir ihanet değildi!" diyene sorun, "bu sizden bekleniyor muydu!" diye. Cevap "bekleniyordu!" ise, işin kitabına uygun olması da yetmez. Yangınlar küllenmeli, enkazlar kaldırılmalı, insanlar sonunda birbirine ne gözle baktıklarında anlaşamadan anlaşma bitmiş sayılmamalı idi.

Sakin olmakta, yangından mal kaçırmamada ne sakınca olabilir?

Bir taraf anlayışsızsa, zalimse, sinsiyse, haksızsa, yağmacıysa anlaşma ne mümkün?

Dostu üşüdüğünde onu derisiyle bie giyindirmeye kalkanın, bir tanımlanışın bitişini yaşamaya, yeni bir hukukun başlangıcını hissetmeye zamanı olmalıdır. İşte bu hak sadece ona verilmez.

Ben eşime "ben bitirdiydim zaten aklımda ya da fikrimde, o yüzden sana ihanet etmedim!" diyebilir miyim? Birisi birisine "biraz düşünelim 5-10 gün daha" dediyse, ve itiraz edilmediyse mesela, bu süre beklenir, konuşulabiliyorsa, konuşulur, konuşma zamanı beklenir, konuşma ortamı oluşturulur. Bunu özellikle acelesi olan yapar. acelesi olmayan, küllenmeyi neden beklemesin?

İnsanların kendilerini, birbirlerini aldatması hep oldu, hep olacak. Karşısındakinin iyiliğinden başka bir şey istemeyene yaptığımız ne? Korkmadığımıza, korkutmayana, yiğit kadınlara, yiğit erkeklere, dostlara kastımız ne?

Güçlü olana, parçalayacak olana, hayatımızın geleceğini belirleyecek olana bu kabadayılığın yapılması ne mümkün de demeyelim. insanlar her daim "akıllı" davranmadılar. Davranmayacaklar da. Aşkı fesada, meşki kapı arkasına taşıdılar taşıyacaklar. Siyaset, iş hayatı, savaş, kafası karışıkların düşüncesizliklerinden ateş alır. Halkların birbirlerine karşı sorumlulukları nefreti küllendirir.

İhanetten korkuyorsan, alçak değilsen, ayıp ört. Fırsatçı olma. Pusuda bekleme. Sevdiğin bile kapıda görünse, iki yüzlülüğün, fırsatçılığın alçaklığın kapısını açma.

Hayatını başkalarının alçaklıklarıyla da yorma. Emeğin talan olmuş, yurdun dağılmış ne gam! Hayat sende. Aşk sende. Gönülden verdiğin bitmese, kapıp götürdükleri keşke bitmez olsa! Senin insanların zararına isteyebileceğin ne var?

Ve ey aldatan, yani kendisini aldatan. Sen "ben aldattım!" de. Aldattığın "hayır! aldatmadı(n)" desin. "Herşeyi bekliyordum, biliyordum, nasılını, neredesini, ne'sini, niçinini. Ama, olana kadar olmamıştı. Yeni bir şey yok. Eskiden de sadece dostumdun. Aldığın şamdanlar bir sefilliğe son verecekse, şamdan da çal, dostun evinden aldın, senin sayılır!"

Dostun evinden aldın. Bir başka dost evine git. Ağır şamdanlarla hırsıza gitme behey alık! Yolunu değiştir. Sana kapı açana saygısız olan, sana saygı mı gösterir? Bir dost böyle kolay mı silinir?Gittiğin yeri bilmiyorsan, sadece kendinden kaçıyorsun.

İnsan sadıktır. Sadakat bekler. Her sadık insansa insan-ı sadık değildir. Ne gam!

Ey yolcu! geldin, yağmaladın, gitmektesin! Yolun açık olsun. Bu kadar aceleye de, bu kadar uzun misafirliğe de gerek yoktu.

Sana hep açık duran bir kapıyı götürmektesin, eşikse burda. Al evi götür. Aşkı götür. Olgunluğu götür. Senliliği sensizliği, benliliği bensizliği götür. Azığın hep hazır bekledi. Gerçekten gideceğinde git ki, geri sığınmaya yüzün olabilsin. Suskunların sırrı da konuşandadır bazan.

Bu kapı umutsuzların kapısıydı, umutsuzluğu götürme yanında! Al aşkı götür!

Aşık, hırsız gibi gitmez, hırsızlar kapısından kaçmaz. Gel, gönül kapımızdan çık ve git gideceğin yere!

11 Ekim 2007 Perşembe

Can Kafesten Uçar

An gelir can kafesten, bülbül yuvadan uçar.

Uçmayan kuşu anası yuvadan atar.

Ey insan, bana olmaz, ben olmam deme. Herkese olur. Herkes olur.

Herkes sefil olur. Herkes şaşırır. Herkes yanılır. Herkes yanıltır. Herkes yanıltılır.

Yanıl ama yanıltma, anasının kıyamadığı kuzu da fırında.

Hangi öfke baki? Hangi aktarılmamış bilgelik?

Geleceğe gönderilmeyen hangi güzellik baki? Hangi geçmişte kalacak geleceğe kadar?

Yüksekte tuttuklarınla yükselmektesin. Düşürme. Yüksek tut. Ama düş. Düşünde kal. Kuyuda kal. Ve doğ.

Senin cümlelerinle harami hazineleri kapacak. Susacak mısın? Talan kapılarını açan, binlerce yıllık emeğin, dedelerinin göz nuru. Varlığın hafifleyecek. Ağırlığa ne gam. Yerinde olmayan söze acı. Söz de ne? Sözden önce olana bağla gönül zülfünü.

Çakal, şiiri kapsın, sen hakikati kap, çakal şiiriyle işin ne? Aç aslan ol, komşunun ekmeğine göz dikme.

Hatır gözet, fırsat gözleme, uyuyanı uyar. Düşeni kapma.

Ceylana ne oluyor da kim parçalıyor diye aldıracaksın, alt tarafı bir lokma.

Sen aşk bahçelerinin ceylanı! Bu ormanda senin hükmün geçer.

Avcı esirindir. Bağ senin.

1 Ekim 2007 Pazartesi

Kapını Açtıkların Yağmalar Can Evini

Kapını açtıkların yağmalar can evini.

Can yağma içindir.

Kendisini senden ayıramayan varsa, ne olma derdindedir, ne olman derdindedir.

Aşk ne çocuğun anasından kendini ayıramayışında, ne dostunun ayrı yolunu gömenin ruhunda.

Aşk ayrımdan korkmayanın bakışındadır. Bir başını alıp gidebilenin ufkunda.

Her şeyden ayrıldığı, herşeyin kendisiyle göbek bağını koparmasına izin verdiği yerde Aşık birlik evini kurar.

Aşk, yalnızlığa insanca dayanabilenin işidir. Aşk, insanca yalnızlığın, yolayrımlarını kutsamışlığın, başkahayatlığı onaylamışlığın meyvasıdır.

İnsanca yalnızlık, yolcu edebilmekten korkmamanın sonucudur, terkeylemeyi, yalnız bırakılmayı göze alabilmenin.

Aşık, dostlarının güzel talihine sevinendir, çöl kendisini çağırırken. Aşık, dostlarını çöl çağırırken, gül bahçelerine ağlayandır.

Aşık dost ayağına dolanmaz. Aşk, başka aşığın vuslatını geciktirmez.

Yol arkadaşsız kalmayı seçemeyen, aşkın dostu, aşığın dostu değildir.

Dost "senle ne zamandır beraberiz, ne mutlu ki canevini talan ettim, seni kimsesiz bıraktım!" dediğinde, bunu beklemedeyse dosta dost, dostluğu kutlu olsun. Kendine ait olanı dağıtmıştır.

Dosta emanet edilen inciyi, mercanı, camdaki canı talan etmişsen, bir feryatla uyanır emanetin evi.

"Dost, seni gördüğümden beri seni kimsesiz kıldım" dediğinde, sen ortalıktaysan, hâlâ, hırsızlardan ne farkın var? Hayat çalmaktasın!

Kalacaksan, dostun evini bayram evine çevir. Göndereceksen, yalnız gönder, dostu dostsuz bırakıp kendine yapışık etme, [onun] hayatını kendi hayatın etme.

Beklersin ki, hep senin sırtın örtülecek. Sırt örtüp de gitmeyen! Başucunda oturup da beklemeyen! [Onu] Uyandığında kendi haline bırakamayan!

Dostun kendi yolu varsa hâlâ, bahçeleri tarümar edilmemişse, ocağı tütmekteyse, seninki sönmekteyken bile, dostluğun evindesin.

Dostun ocağı sönmekteyken, [kendi] ocağını söndürmeyi göze alamıyorsan, kapını açma. Dostun hem kendi ısınır, hem evini ısıtır. Sende olandan mutlu olmayı bilirse dost, dosttur.

Dostuna, "dostunu al içeri, üşütme onu dışarıda!" dediğinde, dışarıda ilk unutulan sen oluyorsan ne mutlu. Yolun açılmıştır. Buruk durma! Herkes öğrenmez. Herkes dostluğun yolunda değil.

Dost olmayı bilmeyen aşık nasıl aşık?

Yağmalanmamış aşık nasıl aşık?



Yangında son kurtarılacak olmayan dolap, nasıl aşka döner?


1 Ekim 2007, 11.35


(Mevlananın doğum gününu de hatırlayarak (30 eylül) , tamamlanmadı.)

16 Şubat 2007 Cuma

Gül Yaprağını Kırma Korkusuyla

Her çeviri bir yorumdur. Her yorum, açıklama bir anlamıyla yanlış bir yorumdur da. İtirazını bekler. Ufkunda, kendi anlam dünyasında geçerlidir.

Çeviri aslının yerini tutmaz, aslının aynısı olamaz. Bunun noterliği maalesef yoktur. Bazan daha fazlasını, daha kapsamlısını söyleseniz de.

Bir roman yazarımız var ki, türkçesi tartışılır olsa da romanlarının çevirileri harika. Ama yine de, başka zamanlarda başka türlü çevrilecek. Başka türlü söylenecek. En iyi çeviri dahi, zamanı gelince verimliliğiyle kavranamayacak.

Kutsal kitaplardan güncel tartışmalara çok şey aktarılmakta. Her meal bir yorum. İtiraz edilebilir, şöyle de denilebilirdi denebilir, başka anlama dünyalarından, başka duruşlardan başka okunabilir. Bunda bir sakınca da yok. Anlamı bir kereliğine yakalayıp, tüm zamanlar için bir kereliğine açıklama ilan etme söz konusu olabilseydi, ne zaman ne de tarih söz konusu olabilirdi. Ne biteviye anlama çabamız anlamsız, ne de onca köprü kurmalar.

Bundan önce ne düşünüldü, söylendi, yorumlandı, önerildiyse sonrasında anlamsız değil. Ancak, yorumlanan, söylenen (ya da ne söylendiği) de tüm zamanlarda kendi(si)ni orijinalliğiyle, otantikliğiyle ele vermemekte.

Hattâ, bazan orjinal dilden, orjinal metinden yapılan bir alıntı bile yorumdan ibaret olabiliyor. Kapsamından, bağlamından taşılırılabiliyor. İtiraz, bu anlamda bile, çoğu kez bir yoruma itiraz.

Anlama, bir karşılıklı anlaşma hali. Bir görüşme, karşılaşma, yüzleşme, dayanışma hali. Sohbetsiz, itirazsız, gerekçe sormasız bir anlaşma, konuşma yok.

Aşığın korkusu gülün kokusu.

Bazan anlaşamamakta bir sakınca yok. Nerede, nasıl, neden anlaşamadığımızı kavramamız da bir anlaşma hali.

Kapışa tartışa, meleşe koklaşa gidiyoruz gündüz gece, niyaz-ı aşk ile, gül yaprağını kırma korkusu ile. Bir ömür ile. Hayat ile.