10 Kasım 2007 Cumartesi

Sözünü Tutmak

Sözünü tutma, bir karakterin ifadesinden çok, karar vermişlik, karar verebilirlik, karar alabilirlik ifadesi.

Karar veren an'da, anında karar veriyor, ama hesaba kattığı şey çok. Hem de hesaba kattığı bir şey yok. Kararında kendini bilmenin yüklediği bir dünyayı bilirlik, dünyaya hakim olamazlık, kendi gayretinin bilgisi, kendi niyet bildirgesi yüklü.

Bir karara zorlanan insan, hızlı karar veren insan, sözünü tutabiliyor. Hesap yapmasına gerek yok. Dünya omuzlarında zaten.

Karar verebilirlik, karar vermişlik sorumluluklar üstlenmişlik, kararsız kalmışlıklar, üzerine düşünmüşlükler, hayata kapılmışlıklar, karşı koymuşlukların ufkuyla, hikâyesiyle giyindiriliyor.

Hızlı ya da yavaş karar veren, ama hesabında karşı taraf olmayan, dünya olmayan insanlara bazan diyorum ki "bu dediklerinizin arkasında iki sene sonra durmayacaksınız, verdiğiniz söz hesaba katılacak sözden değil!", "ve verdiğim söz, sözümden öncesini de sonrasını da kapsıyor!"

Özentiler, hayaller, takıntılar, kolay işler gelip geçiyor. İnsan bazan kararlarını diğer insanların da hayatları, rüyaları olduğunu düşünerek alıyor. Bazan bundan mahrum oluyor. Tesadüfle gelen, geldiği gibi gidebiliyor da. İnsanda bir açıklık yoksa uğrayan güzel tesadüfler neyler? "Dibi delik kaba aşkın suyunu, boşuna uğraşma dolduramazsın!" derdi Taşra'da Aşık buna. Duyan kim? O taşradan gelenler de artık şimdilerdeki global ikâmetleriyle tanıtmaktalar kendilerini. Populer mahalde, aşksızlar apartımanında mukim.

Üzerimizde alınmış çoğu kararda hayatımız yok, yapacaklarımız, yapmak istediklerimiz, yaptıklarımız yok. Şarkılarımız yok.

İnsan karşısındakini tanımayabilir. Ama rüyasını tanımalı. Bizi "en iyi tanıyan kim" bunlara, yapmaya çalıştığımıza, olabileceğimize önem veriyor? Kim içimizdeki melâli ciddiye alıyor?

Evinde ciddiye alınan kim? Kim kendi derdiyle kavranıyor?

Geçenlerde güzel bir site gördüm son büyük bir düşünürlerimizden birisi üzerine. Yoğun yazışmalar, büyük bir ilgi. Peki kendisi yani hayaleti uğrasaydı o siteye? Kim dinlerdi? Kim aldırırdı? Kim okurdu. Orada onu farkedebilecek olanlar kaç kişi olabilir sizce?

Bir gün üzerinize çokbilmişlik endüstrisi kurulabileceğini, hızlı tezler yazılabileceğini düşünün de tırsımayın bakalım. Neler derler, geçmişte kalan için. O "şanlı" entellektüel geçmişin bugünde devam edenine de neler neler reva görürler. İnsan bu. İnsansız da olmaz, insandan uzak durmadan da. Ariflere değer verecek olursak.

Kim dostunu, sevdiğini, çocuğunu tanıyor, yani tanıma derdinde? Kim tanınma derdinde?

Bizi sevgiyle karşılayanlar hep, bizlerden belli şeyleri belli şekilde yapmamızı, ne kadar sığ olursa olsun bizden istediklerini söylememi,zi hayatımızla ilgili kararları sadece onların hesaplarına göre yapmamızı beklemedeler.

Ortada dünya var, yapılması gerekenler var, gösterilmesi gereken duruşlar, alınması gereken tavırlar var.

Kimimiz için hayatı bir verilmiş söz, ki söz verişler araya iki oda bir salon açışlar, ya da araya sokulacak bir yeni sorumluluk. Kimileri sorumluluktan azad, her yönde dalgalanan bir hayatın peşinde.

Sorumluluk içinde insanın bin bir çekinceyle alınmış kararı gerçek bir karardır da, hiç bir yükümlülüğü olmayan insanın kararı her gün yeniden pazarlıktan, modifikasyondan, çekincelerden, ilavelerden geçen bir kararsızlıktır.

İnsan hayatı zamanla şekillenir yön bulur. Zaman neleri, neleri değiştirir. Bu değişimde, değişimlerde hep "aynı" kalışın sırrı nedir, hep konuştuğumuz bu idi, konuşacağımız da bu.

Sorumlu insanın kararları, kararsızlığı hep bir sözün tutulması, sözde durmanın, sözünde durmanın kıvranışları, acısı, neşesi, kendini sunuşlarıdır.

Sorumsuz insan, masum bir insanın elini sımsıkı tutup da, günaha estetik yazan şaşkınların günahsızlığındadır, duyanlar gereğini yapar, o işgal ettiği elde kusur arar, neyi davet ettiğini bilmeyenlerin masumiyetiyle. Evet, herkes masum. Günahseverler de. Günahsızlar da. Kendini herkesten günahkâr görüp, başkalarının ölçüsüzlüğüne özenmeyenler de.

Yanlış kararlar? Hayatın akışı? Köprüden geçen sular? "Köprüden geçemiyom"lar. Evet, hikaye edilişi bitmez hayatın. Hayat biraz da hayat hikayeleri. Hikayesi olan hayat, hayatımız, hikayelendirilebilir hayat. Ve hikayeden bir işmiş gibi yaşanır gider hayat. Mahkumiyetimiz burada başlıyor, arzeylerim, halimizden, Efendim.

9 Kasım 2007 Cuma

İncinmek

Hassas olmayan incinebilir mi?

İncinmeyecek kadar sağlam basmak için dünya kadar incinmiş olmak, direnmiş olmak, dayanmış olmak, sürünmüş olmak gerekmez mi?

Kim manda derisiyle insanlık taslayacak, olgunlaşacak? Mandalar bile sineğe dayanamayıp çamura bulanır, bataklıkta debelenirken.

Ölmeden ölen insanın öldürdüğü duyarlılığı, inceliği, hisli oluşu değil. Farklılığı, dışarıdan, konunun üzerinden de bakışı. Bu bakış varsayımsal değil, bir arşimedci başlangıç noktası da değil. Normatif bir duruş.

Hayat hikayesini kurgulatan, kendi hikayesini bütünleştiren gelecek anda yerleşikliklerden koparak, kuramsal bir yarınsızlıktan, bugünsüz oluştan, ansız ve ansızın bakıştan, aşkın'ı yoklamakta oluşu.

İncinmemek bilgelik ister, gön'le kaplı oluşu değil. İncinmemiş bilge olsun diyen bulunamadığına göre.

8 Kasım 2007 Perşembe

Muhafazakârlık Üzerine

Muhafaza edilecek ne var? Ne kaldı? Muhafaza edeceğimiz şey o şeyin kendisi mi, bir yorumu, bir sureti, katılmadığımız bir şekillenişi mi? Yahut da, katıldığımız, zamanında sınırlanarak katıldığımız bir şekillenişi mi?

Bir kültürün içinde oluşumuzu kültürün aktarılır oluşunu, insan tekinin ömrü boyunca sorun çözümü ve gündelik hayat pragmatiği için gereken tecrübeyi asla edinemeyeceğini bilmek söylemek mi muhafazakârlık?

"Özel hayatım, yaparım ederim"ciliğin de bir yaşama tarzı, bir kültür olduğunu söylemek mi muhafazakarlık?

Bir hayat tarzı, hayat kalıpları, kurumlar, davranma kılavuzları bizi altından kalkamayacağımız kadar karmaşık sorunlarla, psikolojik ve toplumsal bir çığın altında kalmalardan koruyabiliyor. Fırtınalarda gezinme klavuzu sunabiliyor. Binlerce yılın deneyimi, sınaması, sınanmasıyla oluşmuş kurumlarla yüzyüzeyiz. Gerekçeleri, savunulma nedenleri, güncel temellendirilişleri "fonksiyonlarıyla" örtüşmeyebiliyor.

İnsanın kendi kararıyla, kendi deneyimiyle alabildiği kararlardan daha karmaşıkları insanlığın kurumlarından yola çıkarak aynı donanıma sahip olmayanlarca alınabiliyor.

Yemekten önce el yıkama tabu olarak da görülebilir, bir sağlık kuralı olarak da, ikisi de. El yıkayan mikrobiyolog olmak zorunda değil. Gerekekçeleri de eyleminin doğru açıklaması olmak zorunda değil.

İnsanlararası çatışmayı engelleyen, bir çocuğun sosyalizasyonunu kolaylaştıran, bir hastanın bakımını tereddütsüzce yapılabilir hale getiren kurallarımız var. İki toplum kuramcısının bile bir çocuğu yetiştirmede zorlanacakları yerde gelenek devreye girebiliyor, en sıradan ufuklara bile hizmetini sunabiliyor.

İki aklı başında toplum kuramcısı geleneğin sunduğunun da üzerine düşünerek yetiştirebildiklerinde kendilerini kendi yollarını çizen insanlar olarak görmeleri biraz daha kabul edilebilir. Başarıda kapıcılarını geçmelerinin garantisini veren bir sözleşme yok ellerinde. Hem hayat açık, hem de etkiler çok yönlü. Bilmek, düşünmek, bildiğini sanmak yeterli değil. Yetiştimenin sabrını bilmek dahi çoğu kez bir çıkarsamadan çok terbiye işi. Hayat tarzı işi. İçinde yaşadığı kültürle ilişki işi.

Kültür edinilir olduğu kadar, taşınılır, aktarılır bir kurum. Kamusal alan burası, özel hayat, kimselere hesap vermeyeceğim, bildiğimi okuyacağım diyemeyeceğimiz bir hayattayız, hayatlayız. Özgürlük sorumluluğun söz konusu olabildiği alanlarda tartışılabiliyor maalesef. Bunu bilen siyaset kuramcısı, toplumbilimci, felsefeci var mı? Yaptıkları hakikatsiz bir şeyse, bu hakikatsiz bilimlerin aktarılması bırakın muhafazakarlığı, tutuculuğu, ilericiliği, gericiliği, vandallık değil de ne?

Akademiye, yazına, şiire, sinemaya bakalım. Kurumların ortadan kalkmasından sonraki (aydınımızın özgürleşmesi de bu!) tahlilleri, orataya koyabildikleri, eleştirebildikleri toplumun daha örgütlü olduğu dönemlerden daha mı derin? Topluma toplumsal kurumlarla da bakabilen, kendince terketse de bir terbiyeyi, bir aktarılanı bir zamanlar almış olan kadar bakabilen aydınımız var mı?

İçinde yetiştiğimiz gelenek bir kerede tanımlanır, sınırlandırılır ve eleştirilip bir duvara asılabilir bir şey değil ki. Bir tanımla kurtulduğumuz sadece kişiliğimiz belki. O da bireyselliğimizi frenleyecek bir adım. Başkalarıyla ortak ve başkalarıyla ayrıştığımız yanlarımızın arasında bizim biz olma evimiz.

Gelenek var demek, içinde ölçüp biçtiğimiz, düşündüğümüz, reddettiğimiz ya da kabullendiğimiz dinamik, yaygın, karmakarışık bir yerleşiklik hikayesi. Anda değil, geçmişteki değil, gelecekteki belirsiz hali hiç değil.

Gelenek var demek, gelenekçilik değil! Tersine, bir kereliğine tüm zamanlar için tanımlanmış bir gelenek yok demek. Sürekli ufuk kaynaşmalarında, düşünmelerde, anlama çabalarında, zamanlarda, şurada burada oluşlarda geziniyoruz demektir. Bir insanın tüm insanlığın kurumlaşmasının tek hakimi, açıklayıcısı, sınırlandırıcısı olma şansı yoktur demektir. Sınırlı sonlu insanın, sınırsız sonsuz karşısında bile bir duruşunun olacağını düşünmektir. İnsanın hakikatin sahibi olmadığını bilmektir, insan hakikatliliği.

İnsan zamanın çocuğudur. Düşünme, anlama, eyleme, karar verme, bir yerden, bir yerleşiklikten yapılır. Bir ezberden değil.

Gelenek var vurgusu, özel hayat bir kültür ifadesidir, bir kültürdedir vurgusu vandallığı, kültürsüzlüğü, benim aktarma, alma verme sorumluluğum yok demeyi getirmez. Tersine, sorumluluğu, inceliği, karar verirliği, insiyatifi getirir. Keyfilik, "özel hayatımdır, kime ne"lerde dir.

Özel hayat basit bir ayrıntı. insanlar ne kültürlü olduklarında kültive kararlar alıyorlar, sublim'in vucutlandırılmışı oluyorlar, ne de sana ne ben bildiğimi okurum diyenler kültürü sarsabiliyorlar.

Kültür ya da kültürsüzlük dediğimiz de aynı kültürel naivite içerisinde meşrulaşan işler çoğu kez.

Gelenekten benim gibilere "muhafazakar" diyenler kaçamıyor aslında. Acı olan da bu. İlericilikleri, değiştiricilikleri tuzağın içinde peynirini saklayan farenin kıstırılmış özgürlüğünün telaşesi.

Ben muhafazakar değilim. Gelecek şekillenmemiş. Görüyorum. Sorumluluğumu da üstleniyorum. Akıntıdayım, aktığımı görüyorum, çarpacağım yerleri de. Gücüm ne kadarına yeter? Bir insanın gücü neye yeterse o kadarına.

Ben, bana aktarılmışı da okuyorum, alıyorum, kendimin ediyorum, üzerlerine düşünüyorum. Benim işim hayat. Benim işim hakikat. Akademik metinleri birbirine bağlamak, şık laflar etmek değil işim.

Ve öğrendiğimi, dersimi aktarıyorum. Benim yapamadığımı başkaları yapacak. O akıntıya düşseler de düşmeseler de. Kendi tecrübelerine ihtiyaçları olacak. Ama her belayı da ille de kendi gözleriyle görmüş olmayacaklar. Geç kalmayışları kendinden önce gelmiş insanları dinlemelerinden olacak.

Bilim de bir gelenek. İsyan da. Sendikacılık. Aile. Hatta delilik. İtiraz. Eleştiri.

Yemek içmek gelenek. Yediğini içtiğini bilmek kafası karışık diyetisyenlere bile imkansız. Bir yemek kültüründe doğmaksa ne büyük bir imkân.

Soyut'un içinde, kilimin üzerinde doğmak. Şiirle atışanların ülkesinden gelmek.

Ve reddetmek. Kendi yolumu kendim çizeceğim demek.

İmkanları değil, imkansızlıkları, yol açan kurumları değil en karanlık yanlarını beslemek, farkında olmadığına, farkında olmayışa, lafza, rüyaya değil hayalete teslim oluş.

Yalanla yaşamamayı seçtiğinde insan, kendisine ne denileceğine bakmaz. Hakikate ve hakikatine bakar.

Dünyanın hakimi değilim. bunu biliyorum. Kültürün de mühendisi değilim, reddediyorum. Bu beni özgür kılan. Geleceklerden gelecekler beğendirebilen.

İnsanların arasında yaşıyoruz. Birlikte varoluyoruz. Bir tarihte bir yerleşiklikte. Ve bir tarihle. Oluşumuzla kucaklaşıyoruz, o kadar.

Siyasi muhafazakarlık,kiltirel muhafazakarlık, ilericilik, gericilik, ihtilalcilik sığ bir modernizmin sorunsalı. İsteyen ona tabi olur da düşünür. İsteyen Düşünür.


(Ağ'da sorun çıktı, okunmamış verisyonu yükledim, hatalar var yazıda, düzeltilecek.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Dibe Vurmamız Yakındır! Dibe Vurmamız Şarttır!

Dibe giden sakin olmak, çırpınmamak, nefesini tutmak, soğukkanlı olmak, aklını başında tutmak, aklının başına gelmesini ummak durumundadır.

Dibe gideceksek, gidilebilecek en derin dibe gidelim. En derin uçurumlara, sulara umut bağlayalım.

Madem düşeceğimiz en derin çukuru görmek bizim elimizde, dalalım o çukura da bakalım, içinden çıkılamayacak hangi çukur varmış?

Aydın, bin adım önde giderse aydındır. Kuyuya ilk o düşerse. Kuyudan ilk o konuşursa.

Dostumuzun dost, düşmanımızın düşman olmadığı, misafirin ancak talan için uğradığı, soframıza insanlığın uğramadığı bir koaservattayız. Ve aldırmıyoruz!

Aldırmıyoruz bu sulu, pis kokulu, çürük çorbaya! Güzel kokuyor gülyaprağımız! Şiirle süpürüyoruz! Aşkla konuşuyoruz! Aşkı sususuyoruz!

Ey Celâl'e şaşıran! Öfke dokunduğunu yeşertiyorsa yakınman niye? Sen halden mi anladın? Aşkdan mı? Aşıkdan mı? İnsandan mı? Hayattan mı? Gül yaprağıyla dokunandan mı? Başkalık hakkından mı?

Dibe vuran insanın, aklı başına yürümüş, aşkı başına yürümüş insanın celâli sessizdir. Sadece bir kararlılıktır, kopuştur, koparıştır, yaradanına sığınıştır. Hakla, haklılıkla, hukukla, aşkla, ahlâkla, işin dibini görmüşlükle eyleyiştir.

Sabrı taşıran, halkı, insanlığı sahipsiz sanan, aç gözlülükte haddi hududu olmayanın korku zamanıdır dibe vuruşun yaklaşması.

Kendisini insanlık adına koruyan, bin yıldır, karşılıksızca dostluk elini uzatmış olan ona sırt dönecektir!

Kendisine uzatılmış dost elini kopardığını sanan, o el bir cesedin elidir! Sığınağından oldun!

Hiç bir güç kalıcı değildir. Hiç bir hesap çarşıya uymak zorunda değildir. Yanıldığını acıyla seyretmekteyim!

İnsanlığın en iyi yanlarına boş verdin. Kardeşliğe boş verdin. Sana uzanan eli kaptın. Serbestçe dolaşabildiğin sokaklarda, sana sürgülenmemiş her kapıyı açtın, hakkını, hukukunu, açlığının sınırlarını aştın.

Senin iktidarınla, senin hırsınla, senin açgözlülüğünle nerelere gidebileceğimiz daha ne kadar ortaya dökülebilir?

Buyur devam et! Biz nefesimizi tutmuş girdapta dönmekteyiz. Kullanabilecek ne bir kuvvetimiz, ne de sabırdan başka bir irademiz var.

Kıyıya çıkacağız, ama bu sel köprüleri de yıkacak. Suda olanın kaybı ne? Sudan yeni çıkanın, ıslanmış olanın kaybı ne?

Bundan sonra sorgulanacak olan sensin! Sadece sensin!

Ne yaparsan yap, nasıl manipule edersen et!

Derinlerin en derinini, çukurların en çukurunu beklemekteyiz ve artık dibe vurmak üzereyiz!

Kapılarımızı söküp gitmeye kalkanlara kapılarını verip göndermekteyiz!

Ve artık açıkta yaşamaktayız!

Rüzgârda, güneşde, suda! Tuzda kavrulmaktayız!

Yeniden insan olmaktayız!

Yeniden konulacak sınırlar, eşitliği, kardeşliği, dayanışmayı esir etmemek için, bir defa daha!

4 Kasım 2007 Pazar

"Düştü"

"Kimi terk-i nam u şane kimi i'tibare düştü" diye bitirir o güzel gazelini Şeyh Galip.

Aydın olmak bir kapkaççılık sanılmakta ne zamanlardır. Bir ses bul yakala, ses getiren ya da ses kestiren bir ufuk yakala. Üzerinde oynayıp kendinin yapmaya yakın eserler bul ustası bir kenarda oturan. Metinleri biribirine bağlamanın, zarif laflar etmenin gizli ezberlerini keşfet. Akademinin kolaycı rituallerini, hakikatsiz ukalalığını edin. Anlamanın metodunu bulamayınca, anlamamanın şık metodiğine kalebent ol: Akademik kariyer yap. Gerisi şov, defile, imaj, ilişkiler kurma, zaaflar yakalama işi. Yapmadan yaşayabileceklerimizin telaşe müdürlüğü. Ve sadece ihtiyacın ve tesadüflerin dümdüz edemediği, varlıklarının başkalarının asalaklığına meşruiyet kazandırdığı tek tük bilim adamı, birikim sahibi, haysiyet sahibi düşünür yada hiç olmazsa düşünenisever insan.

Bir ustanın bilinen, ezberlenmiş sözüyle oynayan, hakikatle, hakikatiyle altüst eden, tepetakla eden, aydınlatan, bir başka söylenmemişe aynayı tutan göndermesiz, kaynak belirtmeyen, kaynakları birbirine düğümleyen dolaştırmanın ince lafzıyla gölgede kalmışı, bilinmeyeni, susturulmuşu, varlığı inkâr edilmişi yağmalamanın lafzı bir tutulmamalı, tutulmamalıydı.

Varlığı inkâr edilmişin yokluğuna taziyedir de eserlerinin, çilesinin, çabasının, kafasını taşlardan taşlara vurabilmesinin, her yaşta öğrenebilmesinin, öğrenebilmek için, anlayabilmek için her kolaylık ve nimetten vazgeçebilmesinin meyveye duran ağacının talanı. Ukalâlık sınır tanımaz. Beğenilme, beğendirme, etrafını ezme, üzerine emek vermediğiyle pohpohlanma güdüsü. Pohpohlanacaktır. Aslını kalbinden ayırd edebilme üzerine mi kurulu entellektüel ahlak? Hakikatseverlik üzerine? Vefa ya da kadirşinaslık üzerine?

Ben her talanı sükunetle karşıladım. Ama emeği yağmalanmış her insanın burukluğunu da çektim: Daha fazlası vardı, asıl alabileceğinizi almadınız ama, o şamdanlar para etmez, değerli olanlar sizin için çuvala konmuştu, kapının arkasındaydı.

Kimselere bildiklerimi aktaramadan gitmenin acısıyla yandım hep. Kimse hepsini istemedi. Parlamaları için yetecek kadarı yetti. Öğrenci de, dersini alan da hep biz mişiz. Bir tartışmadan, bir buluşmadan bir ufuk karşılaşmasıyla, genişlemesiyle çıkacak olan da.

Ustalarımızı hangimiz talan etmedik ki? Ben aceleci yanlarını aşmalarına, başkalarıyla buluşmalarına, bir çiçeğin başka bir çiçekle buluşmasına yol açmaya çalışarak dolaştım fikirler, eserler, bir fikir kurmak için sarfedilmiş unufak olmalar arasında. Bazan parlak bir nükteye, bir ustalık pırıltısı da sunup teveccüh kazanmaya çalışmışlığım da az değil.

Eserleri eserlere bağlarken şık, oldu bitti, ben yaptım oldu demedim ama. Hakikat kaygısını, hakkani olma kaygısını asla terketmedim. Taksi sürdüm, bulaşık yıkadım, yerleri süpürdüm, yaşlıların altını değiştirerek geçimimi sağladım. Ama, düşünceyi, okunmayı, okutmayı, anlamayı, anlaşılmayı, hatta rezil olmayı aceleye getirmedim.

Yapayalnız kalmayı, sevdiklerimin rahata kaçmasını göze alabilmeyi, aç uyuyabilmeyi göze alarak yaşadım.

Okunduğum da oldu. Ne alıp da gidebileceğini düşünenlerce çoğu kez. Bulamayacakları eserlerin kapılarını araladım yine de. Alamayacakları eleştirilerin kapılarını. Yeni ahırı alıp gittiler. Yumruklarını içinden çıkarmak istemedikleri nadide vazoyu kırıp gittiler, avuçlarındaki iki kuruşluk hazineyle.

Hakikatin testisi kırılır da çiçek açar. Kırdığın kendi hakikatin, Ey Hakikatsiz!

Bizi yanıltmayan insan kapımızı çalacak mı bir gün? Biz onun kapısını çalabilecek miyiz? Bir gün?

Ona istediği her hazineyi verince, ama "yine de tevazuyla yaşa!" diyince, "eyvallah" diyen birileri çıkacak mı karşımıza?

Şeyh Galip "Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenare düştü" ile başlar gazeline. Kim anlar, binlerce yıllık çilemizi? Kim anlar, kendi ilk öğrencilerimizin yine kendimiz olduğunu? Talandan kalanın bakî olduğunu, bakî olana gülümsediğini.

Dünyada daha latif ne var ki tevazudan başka? Arif'in de yakınacağını görüp ona göz kırpmalardan başka.

Dede Efendimiz! Mektubunuz yıllarca dolaştı durdu, durdu da, bu fakir hayattaki,yani bir fakirin hayatındaki adresini bile buldu. Hep bizlerden sonrakilerin sofralarında susmaktayız, sofralarına susmaktayız.

Soframıza bir gazel daha düştü. Soframızdan bir gazel daha düştü.

Bir gazel daha yola "Düştü!" Efendim.