Aşkın Kavramları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aşkın Kavramları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz 2021 Perşembe

Aşk Var mı Hakikaten?

Aşkı yazmak, ilerde zaman bulursam aşkın fenomenolojisini inşa etmek için kurdum bu siteyi kurmasına ama aşk var mı yok mu, varlığı yokluğu fark eder mi noktasına geldim. 

Birileri aşk üzerine konuşsa kızıyorum, 'ne bu ya?' dediğim oluyor ara sıra.

Aşk yok belki ama, aşıklar var.

Aşk saplantılı hal de değildi benim gözümde. Aşka saplanılır, evet, ama, saplantılı olunduğundan değil, bir söz verildiğinden. Explicit, dışa vurulmuş, ifade edilmiş anlamıyla değil bu; implicit olandan da öte. İfade edilmiş halinden derin, etle kemikle, sinirle, kalple, aka kanla, uykuyla, rüyayla, hayalle, düşle sarmalanmış, kaynaşmış bir söz. 

Aşk karakter sahibi insan ister, evet. Sağlam bir kişiliği bile çözebilir, yerle yeksan edebilir o ayrı mesele. ancak bu aşk bizim var olduğunu sandığımız, incelttiğimiz, tasvir ettiğimiz, olması gerektiği gibi değil olduğu gibi yaklaştığımız aşk mı, aşk kavrayışlarımızdan birisi mi?

Aşk delilik ister evet, akıllıyı da deli eder, ediyor muhakkak, edebiliyor, edebilir. Bu delilik aklı başındalık, stabilite, kişilik de istiyor, her hangi bir delilik de değil yani. Kurulmuş, yapılanmış bir kişiliğin olmamış gibi değil, olmuş gibi dağıtılması, salıverilmesi, tahakkümünün sınırlarının dışına çıkılması, bir anlamıyla eleştirel bir çıkış, terk, veda, transendens, aşma, aşmışlık...

Aşık var. İşine/faaliyetine de aşıklık, istidadına da aşıklık istidadı diyoruz, evet. Burada söz konusu olan aşk mı, aşk istenci mi, aşkı var etme gayreti mi?

Aşık Edebiyatımız maşuka pek yüklenmez. Aşık için talepkârdık, aşıktan talepteyiz. Oysa aşık talip, aşka talip, maşuka da talip belki ilk başta. Satılana kadar, aklı başına gelene kadar, çoğu kez de mudarasız.

Divan Şiirinde maşuk bazan adeta haspa, işveli, flörtöz, narsist. Aşık maşuku ikna, kazanma derdinde de değil, kendini sınama, kazanma, varlık ve yokluğun dibine inme peşinde. Bu sıradan, antientellektüel bir iş de değil. Maşukun kelebeksi karakterlendirilmesi de sığ, önyargılı bir pejmürdelik değil.

Baştan itibaren ifade etmiştim: Hiç değilse Edebî Aşık maşuk karşısında boyun eğer, maşuku selamlar, onun 'sömürgeci' gözüyle kendisine bakar, başka türlü bir kendisini keşfe çıkar...

Aşıklık Tasarımı ciddi bir tasarım, kavram ciddi bir kavram, fenomenolojisi daha kolay, aşıklık yaşantısı var. Diyalektik denilmeyecek anlamlarda tutarlılıklar, dümdüzlükler yazılabilir, kendini ve kendiliğini çözme işleri bir transendens olarak kavranabilir belki. Aşk'ın ise çok daha zor. Kavranışı daha soyut, beklentisel. Zıddı ile çeşitli farklı düzeylerde iç içe. Diyalektiği çetrefilli bir diyalektik, eğer aşkı var sayacaksak, varolmayan yanlarını yontmadan, noema-noesis meselesiyle de kavramlaşabilirliğini geçici olarak sınayarak.

Bir çeşit sosyalpsikolojisi var işin, etiği var, son zamanlarda kabul ettiğim üzre hukuku bile var.

Çok disiplinli bir çalışma zırvasını kast etmiyorum edebiyatımızın en kolay anlatılmış, en karmaşık mevzuuna.

Cahiller aşk yok dese kızıyorum, aklı başındalar, hayatı derinliğine yaşamışlar öyle dese seviniyorum. Kader kavramı gibi. Cahilerin var sayması, sayarken ne saydıkları bazan insanı çıldırtıyor. Bir hayat tecrübesinin vücutlanmıştığında bir kaderin adeta parmakla işaret edildiğini görüveriyorsun. Tanpınar'daki bir hikayesi olan adam kavramı bu alanda geçerli, vurgulamış olayım.

Büyük Aşklar yok belki, Büyük Aşıklar var. Bir çok anlamda, hepsi de geçerli anlamlarında.

Küçük Aşklar var görünüyor. Bunun öznelerine de aşık denmez. Yani ben demem.

Gözyaşı ve Kederden çok şahsiyet, sözüne sadakat, kendine sadakat, fedakarlık, mazbut ve sağlam karakter, cömertlik, dayanıklılık, derin bir toplumsallaşmanın dışavurumları karşımıza çıkıyor, ömrümüzde Aşık denilen bir özne görmüşsek. (Görmeyenler çoğunluktadır, ezbere konuşan konuşana). Yiğit insan istiyor bu yol diyeceğim şimdi, yiğit insan gören var mı, görüp de hayatı burnundan getirmemiş olan? Ezber yine bir başka ezberle açıklanır hep. Yiğitlik nedir onu da ele alalım zaman bulduğumuzda. Zor bir hayat projesi. Aşık yiğittir, ama yiğitliği de aşma, yenme durumundadır diyerek konuyu iyice karıştırayım.

Sonra devam ederiz.


(Online yazıldı, hiç okunmadı, düzeltilmedi)


14 Nisan 2012 Cumartesi

Bir Dağ Ne Kadar Ulu Olsa Kenarı Yol Olur

"Hakikî Aşk" bir kavram ya da ideal değil, bir yolda oluşta, praksiste üzerine konuşulan, tutulamayan, tanımlanıp kurtulamayacağımız bir açılış.

Terbiyesi bir el kitabı değil, yolda ve yolcu kalışa klavuz oluşu göze alabiliş için mecburî hizmet beklemeyen çağrı, ders, emanet bırakış.

Aşk, aşığın öğrencisidir. Aşıksız aşk aşk olmaz, aşkın sözcüsü, dili aşıktır. Aşk dilden çıktığında kopan güldür, her geceye bir gül açar, her bülbülle bir gül düşer.

Aşk sözü bir aşk dersidir. Aşık aşk öğrencisidir.



Ben yandım Seydî bilmez.

13 Nisan 2012 Cuma

Merhamet!

Merhamet eyleme gözlerimin yaşına. Spinozanın derdi folklorümüzün de derdi. "Benden nefret et ama bana acıma!" üzerine versiyonlar ne acımayı, merhameti yerin dibine geçiriyor ne de nefrete methiye düzüyor.

Aşkım ve Gururum. Acınası bir sürüngen olarak görülme korkusu aşığın kabusu. Gözyaşı, keder, iç çekişi iyi, şerefli ve haysiyetli oluşun ifadesi olmak zorunda. Maşukun gözünde dilençi olmakta tasavvuf devreye giriyor. Kibirin kırılması, kendine daha yüksek bir noktadan, insanlıktan bakabilme vazifesini de ediniş. Garantisi ve diploması olmayan, becerilerini en ufak bir duraklama veya duraksamada yitirebilecek olan, yitirişlerin kayba değil tecrübeye dönüşebildiği bir dünya.

Merhametten Maraz Doğar. Yerli kapitalizmin sloganıydı, toplum mühendisliğinin sol ya da sağ tüm kanatlarının ortak şiarı. Haksız da değil bir yerde. Merhamet hukuku da devreden çıkarır görünür. Hatanın tekrarlanma riskine suçsuz ama günahlı ortak oluş olarak da biçimlenebilir. Merhametin yadsınması merhametsizliğe övgü olduğunda ahlakın ve hukukun affedebilirlikten başlatılması imkansız kılınır, haklılık acımasızlığa, tarih yazımı tarihin şaşmaz akışı önermesinin teraneleşmesine kadar gider.

Tarihin Şaşmaz Akışı diye bir şey, evet hakikaten vardır. Ne akışın ruhban sınıfını, ne ezbercilerini şakşakçılarını tanır. Praksis dışında bir eyleme düşünme tarzı dışında hiç bir duruşa, iyiniyetli tembelliğe, ezbere acımaz. Praksisin de durum değerlendirmelere, hükümde acelesizliğe, eylemede tevazu içinde olmak, zamanı ve hayatı zorlamama kaydıyla kararsız kalmamalara ihitiyacı vardır. Karar'ın tecrübe ve hatadan dönebilirlik kapılarını tanımaya ihtiyacı, yatkınlığı vardır. Ezber düzelmeye açıklık olma kaydıyla taşınır.

Teorik Antihümanizm OlarakAcımasızlık Kıyamet Mühendisliğidir. Kıyametlerinin arafı olduğunu düşünmemek, sorumlulukları hafifletici gerekçelere ölesiye sarılmak egoistlik de değildir. Günah keçisi oluşlara katlanabilen bir soyluluk, fedakarlık, diğerkâmlık hayatların bütünlüğü, hakikatin kapsayıcılığı ve geleceğin herkese açıklığı anlamında bir tarihin şaşmaz akışına teslim olur. Tarihin şaşmaz akışı, tarihin o an sahibi gibi olanları da sırtından atacaktır. Bu intikamcı bir duygu da değildir çoğu kez, herşeyin yerli yerine oturacağını, temellerini bulacağını, yanlışların bağdatlardan döneceğini bilen bir düşünce geleneğine çekiliştir. Zıtların birliği ile de alâkası var  ama, uzatmayalım.

Merhamet eden Açısından Merhametlilik ölçü, had, hudud biliştir. Merhamet bilmeyen durmayı bilmez, frensiz, dizginsiz arabasını duvara sürer. Ulaşılmaz uzaklıkta ya da iki adım ötede siste saklı duvara. Merhamet kararını değerlendirmenin, sonucu görmenin, insana ve insanlığa şans vermenin olduğu kadar tereddütün de işidir. Tereddüt bazan korkaktır, bazan cesaretin, hakikate açık durabilmenin, eyleme ile doğruluk, hakikat, yerindelik, adaletin anlamı ve gerçekleşmesi arasındaki açıkların bilinciyledir.

Merhamete Uğrayan bir şans daha bulur. Hayatı söz konusuysa, bilinmezden korkmuyorsa bir şansı, bir şanssızlığı daha vardır. Hayatın ucu açıklığının bilinci sanıldığından yorucudur. Oflayan puflayan, yeni şans istemeyen hayat kaçağı değildir çoğu kez. Merhamet maşuktan geliyorsa bir lütufsa tabiyet ilişkisi daha ağır gelir. Aşkla tabi oluş, lütufun buyurganlığı ve tepeden bakışıyla zedelenir, incinir, tehdit altında kalır. Kendi yanlışıyla dahi bağımsızlığını yani gönüllülüğünü yitiren aşık gönül de yitirir.

Merhamet edenle edilenin birbirlerine yakın duruşları sorunludur. Tekrarlara da merhameti zorlar, tabilikle ömür boyu hatırlatıcılığı ile de...

Uzaklaşma Benden Öyle. Bir anlamıyla karşısında dik duramayacağından uzaklaşma, mesafe merhameti daha işlevsel kılar ama sınanmasını engeller. Merhametinin sınandığı insanlardan olmak, merhamet edilişle yaşamanın sınanması kadar güçtür.

Onu Uzaktan Sevmek Aşkların En Güzelidir çoğu Kez.


18 Mart 2012 Pazar

Âşk Yazıları

Onca terkediş, terkediliş, itişip kakışma, bencillik içerisinden süzülüp gelen âşk yazıları.
İmrendiren, özendiren saplantılar, esaret, tutsaklık.
Âşk, oysa, her daim gündelik hayatta, hayatla, hayattan.
Birbirlerinin sırtlarını örtüp alınlarındaki terleri silenlerin dilini, şiirini okuyamadığımızda yazı merkezli, yarım bir hayatla, ama yine de hayatta yaşamadayız.
Âşk fedakârlıkların, diğerkâmlıkların, üzerine titremelerin, önünde eğilmelerin, sadakatla suskun ve tesellisiz kalışların dilinde dile gelmelerde.
Güzel yazı yazanı ve yazılanı güller içinde kılmaz.
Güzellik hep sade olmasa da sessiz, sadık, düşünceli ve ince. Dokunulmadan, fark edilmeden gelip geçen.
Karşısında kör davrandığımız sanki hep maskesizliğin maskesi, incelik, üzerine eğilme, üzerine kapanma.
Kendini siper edeni çiğneyip geçiş. Bazan bir gelinciğe, nâr çiçeğine doğru hamle de olsa.

19 Şubat 2012 Pazar

Belâ-yı Aşk

Nohut! Yeğenim! Foto: Özlem Hanım & Burak Bey
Aşık "Aman da Allah aman al başımdan belâyı" da der, "belâ-yı aşkla hoşem" de.

Öyle sermesttir ki bilmez, unutur dünya nedir, dert nedir, derman nedir. Kendini gülün dibinde bulana değin.

Haline rıza göstermekle yetinmez, şükreder de.
Öyle canı yanar ki, yiğitliğine leke sürdürür, halinden şikayet eder.

O da bu da, Aşıklığın Kitabında yazılıdır.

Yiğidin şikayeti tevazudur insanlığı, faniliği kabuldendir.

Acıların adamı, kadını olmaya gönülden rızası da bir kenarda kalışı kabulleniştir. Acının merkezinde, toplumun kenarında. İtilmiş kakılmışın isyanı başkadır, itilip kakılamayacağın itilip kakılmaya rızası, hayreti başka.

Toplum öyle bakar, böyle de bakar. Onun elden geçirdiği kendi bakışıdır.

Aşk dert olduğunda da deva olduğunda da aynı şeydir. Bulutların üstü de yerin dibi de birdir, aynı derûn'da  olgunlaşmadır.

Aşkta kazanılan tevazudur. Faniliktir. Dolayısıyla sonsuzluktur.

Aşık ukalâ ise, aşık'a tavrında bir yamukluk vardır. Aşık kayıp ise kapıların kapalıdır. Aşık tahrişkârsa derinle, kabuğunla yüzleşmen gerek.

Aşık ne yanındadır, ne de uzağında. Ne konuşur karşında, ne de sessiz kalandır.

Aşık ile mesafesini ayarlayamayan, mesafeli bir yakınlık, yakın ama mesafeli bir bağ kuramayan hayatının kenarını köşesini, çerçevesini gözden geçirsin.

Aşık sınanandır. Işıktan kaçamayan tavşandır, ne kadar heybetli olursa olsun, sınanmaktan uzaklaşamayandır. Feneri gözüne tutsan da tutmasan da onun ışığı başkadır.

Şikayet ettiğinde, isyan ettiğinde, itiraz ettiğinde bir olamadığına itirazı vardır, bir olması gerekene adım atmıştır. Rızası da, yakınışı da, yakarışı da birdir.

"Yeter!" diyen aşık kuyunun dibinin, düşüşün dibinin olmadığını görmüştür. Boyun eğen aşık, çileden, sınanmadan kaçamayacağını, çileler bitse bile yakalamış olandır.

Bir öğreteceği varsa kuyudan çıkar, çıkma derdindedir. Bir öğreneceği varsa yolundan çıkma korkusundadır.

İnsan öncelikle kendisinin öğrencisi olduğunda, yani dersini almayı öğrendiğinde, öyle de olur böyle de. Tersi de düzü de, öylesi de böylesi de zıddına çıkar. Zıd da zıddına. O kapıdan çivili kapıların ardındaki avluya geçilir.

Aşık nereden geçtiğini, nerede takılacağını unutabilendir. Hekim ise hastalarını, baba çocuklarını, sürülmüş memleketini hatırladığında içi karıncalanmıyorsa, aceleye gelmiyorsa dağları aşışı o dünyada da bu dünyada da vatandaştır artık.

Bekleyen olmak, beklenen olmak pek farklı şeyler değildir. Hayat gezinenin yolunu merkez edinmez. Hayata dersini almış ya da almamış olarak dönülür. Merkezi olan, olmayan, evi dağılmış, dağılmamış dönüşlerin kitabı uzun havalarımızdı, dinleyen kaldı mı, insan kaldıysa dinleyen de kalmıştır muhakkak.

Belâyı seçiş denilemese de her daim, belâdan kaçmayış yalnız kalabilme ayrıcalığına sahip olabilişlerin işi kadar mahkûm oluş işi de. Kuttül Ammare'de esir düşmüşleri, cezaevlerine gömülmüşleri, müteferrikada lağım içinde berceste mısraı bulanları birgün anlatabilmemiz lazım, insanlara, iyi insanlara.

"Mutlu aşk yoktur!" diyenlere bir zamanlar kızmama gülümsesem de, yanıldığımı hâla düşünmüyorum, yanılgan, fani bir insan olduğumu keşfetmişliğimde bile.

Nereden söylendiği, kimin söylediği de önemlidir. Anlarken söyleyenin anlamını yakalama imkanımız, ödevimiz olmasa da. Anlamak, bir hale, zamana, duruşa uyarlama, uygulama da, eğer bir şeyleri muvakkaten anlamakla başlamayı becermiş olsak. Anlayışın, ufkun açılması bir insanlaşma yolculuğu.

Aşık, acemi aşıkların sırtını örtmek, yollarındaki çukurları bedeniyle bile olsa doldurmakla mükelleftir.

Aşık varsa, köşede mutluluk da vardır.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Aşk, Hakikat, Maşuk’un Biricikliği

Aşk fetih işi değildir. Mecazî anlamda, maşuk’un, başkalarının gönüllerini kazanma anlamıyla bile öncelenen, hedeflenen bir fethediş, ele geçiriş, elde tutuş değildir.

Gönül kazanma istenci hakikî iletişimin, dert anlama ve anlatmanın, insanlıkta ve kardeşlikte uzlaşmanın, buluşmanın ifadesi, iradesidir.

Aşık itilme, kakılma, hor görülmeyi gönül kazanmaya yeğler. Hor görülmeyi, itilmeyi yeğleme gönül kazanmayı reddetme değil aşma işidir.

Hor görülme hoyratça ve hoyratlıkla değil hakikatlilikle ve başkalarının onayından geçmişlikle ve geçmişlikten yeğlenir.

Eskiden ”Hakikat Aşığı” diye bir kavram vardı. Aşık ve Maşuk'un fanîliğinde, aşkın sonsuzluğunda maşukdaki maşuktan yani aşkdan vazgeçmemede bir ayrımı yaşamış, duvarla yüzleşmiş kişi.

Maşuk'un geçiciliğinde, insanlardan bir insan ama biricik insanlığında, gelip geçen aşkların çoğulluğunu aşk geleneğinin emanetçiliğinde birleyiş, tekilleyişte durmayan insan. Aşkta hakikati, hakikatte aşkı unutmamış, hale entellektüel bir mesafe koyabilmiş ama yangının (halâ) içinde kalmış insan. Gemisini terketmememiş, terketmeyecek bir kaptanın fare gönlüyle devleşişi. Başkalarının varlığını ve yokluğunu kendi varlığı ve yokluğu, kendisi için varlık ve yoklukla tartmayan, tartmayacak kişi.

Öznel ”Yalnız O!”yu ”Benim İçin Yalnız O” diyebilmeye, öznelerarasılığına dönüştürmüş rüyâda ve hakikattte hakikatli olabilmeye geçmiş insan. ”Yalnız O!” sadece benim için olduğunda, hem sevilenlerin çoğulluğu, yokluğu, yoklaşması hem de aşkın sadakat işi olduğu vurgulanmakta, evrenselliğinde görelileştirilmekte, göreliliğinde evrenselleştirilmekte.

Maşuk’u ”Yalnız O” bilen, onun şahitliğinden çok bakışını, hatta ezici bakışını kavramayı, hissetmeyi önceler. Onaylanma hale şahitlerden, ”Aman hakikatli yar olsa”lardan, insafa ulaşması mümkün ve hayalde asla insafa kapatılmaması gereken dönüşebilecek, ara verebilecek zalimliklerden gelir gelse gelse.

Öbür Dünyayı Umursamama dahi sanıldığı gibi başkalarına aldırmazlıktan gelmez. Aldırmazlıktan geldiğinde cahil işi olur. Tersine, yaptıklarının, ettiklerinin, duruşunun sonuçlarını kabullenmişlikten, yaptığını yapması gerektiği için yapmışlıktan, hakettiği ihtiyacını aştığındaki kanaatkâr duruşundan gelir.

Başkalarına aldırma başkalarının varlığını kavramada kendini kavramaya kapı açar. Umursamazlık şahsiyetsizlik ile sonuçlanır. Kendisini ”kurmuş”, temellendirmiş insan, şahıs, kişi kendi sorumluluk ve emeğiyle halâ şekillendirilebilecek, şekillendirilmekte olan "kısım"ın sorumluluğundan bakar. Dil, kalıplar, toplumsallaşma süreçleri insanı aşar, insan sadece kendi gelişim genetiği ile ele alınırsa. İnsanda insanın öncesi ve sonrasından bir şeyler, yani kendisini "aşan" çok şey vardır.

Aşık, saplantısında dahi mütecaviz değil de aşık ise, insanlaşma yolunda oluşu ve bu yolda kalışı ile alakalıdır.
Olan biten ile olan bitenin algılanması arasındaki fark, oluşan boşluk hakikaten olan ile, anlaşılan algılanan, şahidi olunan arasındaki farkı görür. Karşı tarafın bakışı ile olan bitene, olacak biteceğe ve dünyanın anlamına, toplam anlamına bakamayacak oluşumuzu kabullenişimiz, üçüncü şahıslara, gelmekte olana, oluşacak olana hakikatliliktendir. Hakikate hakikatliliği şimdilik mevzubahis etmezsek!

"Maşuk bana şöyle bakar, anladım ve amenna". Ancak başkalarına zulüme de dönüşebilir bu. Haksızlıklara da. Hakikat kararmalarına da. Aşık, maşuk'un bakışında bir insanı öznelliği ile de tanır, cevaplar, onaylar. Bu onaylamışlıkta, tanımışlıkta diğerlerinin varlığı ve olanların olmuşluklarının öznelliğin ötesindeki olası ve olan farklılıklarından dolayı da elştiri, mesafe ve kuşkuyla karşılar.

Kuşku sadakatin, daha geniş bir gerçekliğin ve hakikatin alanından geldiğinde? İnsan oluşunu duruşunu, görüşünü, önemsediğini de göreliliği içerisinde yakalama çabasına girer.

Hakikatle alâkamız yalnız aşkla değil, önceliklerimiz, hakkani ve temellendirici öznelliklerimiz içinde yalnız olmadığımızı kavramamız aşık ve maşuk arasındaki ilişkinin, hukukun asimetrisinde kendisini kolaylıkla ifşa/deklare ediyor.

Hakikat bizim için hep bir yerden, duruştan, hapsolmadan, çivilenmişlikten görülse ve yoruma açık olsa da, bizim yorumladığımız ve kavradığımız, kendimizle ilgili kararların kozmolojik uzanımlarına hakim olamamamızdan gelen kararlarımızın iyiliği konusundaki tevazumuz bile ister ”ilahi bakış”ı  öngörsün ister meselenin hakikatini: Kendisine hakikati şahit tutar, kendisine hakikati şahit bulur. ”Konuşacak ve konuşmayacak hakikat” anlayışları da bir yerde buluşur: Konuşmasına ve bizi savunmasına çağrı yapmayacağımız Hakikat’te. Haketmediğimiz ceza değil de, haketmediğimiz mükafaat olduğunda sorun, hukuk ile ahlâkın dengelendiği bir insanî duruşla buluşuruz. Şizofren, patolojik, psikopatik sorumluluk duyguları değildir söz konusu olan. Peşinen affetmişlikten konuşan ve tarihi adaletine, insanlığına, dayanışmasına çekmeye çalışan ama çekiştirmeyen bir kararlılık, sorumluluk, dinamik tarihsellik.

İlahî aşktaki ”Yalnız O!” hem öznel, hem öznelerarası hem de nesnel ”Yalnız O!” iddiasını taşır. Nesnellik antinomilerin eleştirisine getirir ve nesnel iddiadan çok bir sezgi, inanç olarak kendisini gösterir. Hakkanî ve hakikatli aşık’ın düşüncesi ”Yalnız O!” dese de demese de ”Yalnız O!”yu içerir, içerebilir.

Hakikat aşığı ile sıradan Aşık’ın ortak yanı karşılıksızlık kapısından geçişleri, geçmişlikleridir. Hakikatlilik konunun adaletiyle buluşmuşluktan gelir.

Arz eyleriz gündüz hayalimizden, gece düşümüzden. Tutkun arkadaşların yanı başından.


(Zaman yetmedi, düzeltilmedi)

22 Kasım 2011 Salı

Kenardan Geçmek

Kalp kenardadır.

Tevazu kenardan geçer.

"Aşk nerededir?" diyen, aşık görmemiştir hiç.

Gözü kenara ilişmemiştir.

Kenardan geçmek yolgeçen hanı yapmamaktır, yol etmemektir verimli toprağı, çiçeğe duran ağacı. Kapışmaya bulaşmamaktır.

Başkalarına bırakmak? Ne münasabet? Ancak bir ana çocuğunun bölünmesini, ortadan ikiye ayrılmasını göze almaz. Mesnevîyi okumayan bari Kafkas Tebeşir Dairesi'ni seyretmeyi akletse.

Kenardan geçme bazan sömürgeci tavrı reddetmedir, bazan bir balonu ufukta kaybolarak söndürme.

Sessiz, kimsesiz.

4 Ekim 2011 Salı

İnsan Aşkla Sınanır mı?

İnsan aşkla sınanır mı?

İnsan neyle sınanmaz ki? İnsan sınanmamakla bile sınanır! İnsan sınandıkça sınırlarını bulur, kendisine ve hayata nasıl bakılacağını bulur. İçinden başarıyla çıkılmış sınanma, varsa, ders çıkarılmış bir sınanmadır. Başarıyla içinden çıkılabilecek bir sınanma yoktur, bir başka anlamıyla.

Aşkla kazandığımız nedir?

Aşkta kendimizi kazanıyoruz belki. Ele geçirdiğimiz, geçiremediğimiz üzerinden düşünmüyorsak. Aşk, başkasının varlığını, önceliğini, onun açısından kendimize bakışı edinme imkanına açılmanın kapısı. Aşk toplumsallaşma olayının dışında düşünülemez!

Maşuk’u ele geçirme?

Sömürgeci bir eylem. Maşuk razı bile olsa, dünya razı değil diyelim: Dünyayı dümdüz etmeyi göze alan aşık değildir.

Maşuk da razı değilse?

Egoist, vandal, yağmacı olur kapıya dayanan, en hafif ifadeleri ile.

Aşk nasıl başlıyor? Hem şıpsevdiliği yeriyorsunuz, hatta ”insan bir insanı ya sever ya sevmez ömrü boyunca” diyorsunuz neredeyse, hem de ”aşık olun!” diyorsunuz?

Aşık olun, olabiliyorsanız! Aşk bir kapasite işi, emek işi, terbiye işi. Aşık, eskidiği iddia edilen kültürümüzde babayiğitlerden, ariflerden önde gelebilirdi…

Eskimedi mi?

Halt etmişler! Tabii ki eskimedi, eskimez. Bu dönem bir parantezdir. Eski tekrarlanacak anlamında değil, insanî hayatın hakikati ve hikmetine açıklık eskimez. Kitle kültürüne tapınanlar halt ediyorlar! İnsanın yetişmesi, nesilden nesile aktarım kanalları teşhirci bir telif ve eleştiri kültürüne gündelikçilik ile sağlanacak değil.

Madem maşuk ile karşılaşmadan aşık olunabiliyor maşuk’un rol ne?

Öyle bir şey demedim, ama, evet bu da söz konusu edilebilir (bugüne) eleştirel bir tavırdan.

Aşk nasıl başlıyor?

İnsan olmakla başlıyor!

"Aşık ol!" demek "insan ol!" demek yani?

Aynen!

Maşukta aşkı öğrenmiyorsak neyi öğreniyoruz?

Maşukun karşısına zaten aşık olarak çıkıyoruz. Aşık doğmaktan da bahsedebilirim ancak kelime anlamıyla ele alırsak aşık doğulmaz, yetişme işidir aşk da. Kavramıyla, kültürüyle, ihtimamıyla, bakışıyla, geleneğiyle, geçmiş tecrübeyle. Maşuk sayesinde kendimize bir başkasının gözüyle bakabiliyoruz. Sömürgeci bakıştan dagörülüyoruz ancak aşkta bir gönüllülük var öncelikle, bir de itiraz yok, itiraz öncelikli değil, ”hayır ben öyle değilim!” öncelikli değil, karşı tarafın ihtiyacı, duruşu, dünyasından bize bakışı olmasa da her daim, dünyaya bakışı kapıyoruz. Sömürgeci bakış doğrudan bir itiraz olarak gelecek tasarımımızı sunmamıza neden oluyor. Maşukun eşyaya, dünyaya, hayata, bana, bize bakışından bir bakışı, dünyayı yakalama halinde oluyoruz. Başkası şekilleniyor.

Neden Sartrenin ele aldığı sömürgeleştirerek bakan (algısal/duyusal) bakış değil de, maşukla çok az bir kısmı algısal olan bakış başkasına geçiş oluşturuyor?

Sartre çok önemli bir açılım yapıyor, rakip olması gereken bir bakış sunmuyorum. Fenomenolojinin tüm imkanlarını da bir kenara bırakarak konuşursak: Aşkta karşı tarafın benden talep ettiği, benden istediği, ihtiyacı, bakışı, anlayışı öne çıkıyor. Yanlış anlıyor, doğru anlıyor beni ama onun istediği talep ettiği olma, en azından ona cevap verme arzusunu duyuyorum. Bu itirazsız, ”hayır ben o değilim!”siz bir olay değil ki?

Sömürgeciyi öncelemiyoruz, ama maşuku önceliyoruz?

Evet. Ayakları yere sağlam basan aşık sömürgeciye de adam gibi bakabilir, sömürgeciliğine değil, unutulmuş kaynamış gitmiş başkalarının göremediği insanî yanlarına. Adam gibi bir bakış , insanî olanı uyandırabilir bazan, ama konunun dışında bırakalım. Bakan zaten bizim isteğimiz dieğimiz dışında bakıyor. O zaten karşımızda, ensemizde. Maşuk bize baksın istiyoruz.

Bakmasın da istediğimiz oluyor?

Mahcup aşık. Çalışan aşık, pasaklı aşık, fakir aşık, hasta aşık, mütevazı aşık, meşgul aşık, mesafeli aşık. Bakmasın, farketmesin isteği istediğimiz gibi görünemeyeceğimiz de olsa bazan, bazan ben o değilimden de olsa, sömürgeci karşısına çıkış değil.

Maşuk sömürgeci olamaz mı?

Aşık da sömürgeci olamaz mı? Herkes olur. Herkes ölür.

Maşukun öncelenmesinin önemi ne?

Bir başkası sana boyun eğdirmiyor. Sen selam veriyorsun. ”Arzun olur!” diyorsun. Fazla naz aşık usandırır doğru ama, naz’ın da sevimlisi sevimli geleni vardır. Bunlar da konu dışı. Maşuk, kendini zorlamaz, kaçmaya heveslidir çoğu kez. Haberi bile olmayabilir.

Aşıklar tavuskuşları gibi dolaşmıyor mu?

Gereksiz yerlerde kanat açıyorlar belki. Nükteli bir oyun da hayat oyunları, acıklı ve ölümcül bir burukluk işi değil. Teatral hiç değil. Tiyatrosu olsa fena olmaz ama. Aşık susmasını, konuşuyormuş gibi yapmasını bilir, öğrenir, öğretir. Bunlar önemli değil. Önemli olan aşığın ötekine verdiği önem.

Burada bir kapanma, takılma yok mu?

Var tabii. Ölçü kaçtı mı, plâk takıldı mı hakikatten kopuş da başlayabilir. Bir ölçüye kadar olması gerekendir üzerine eğilme, kapanma, ama.

Önünüze geleni sevin demeyişiniz bu yüzden mi?

Sevebiliyorsanız celladınız bile sevin. Bunu insanlık macerasının başında yaparsanız naif bir insanın anlaşılır ya da anlaşılamaz bir hareketi olarak görürler, bir arif yaparsa anlamaya çalışıp en azından işin hazır bir izahını ödünç alırlar.

Maşuk şart değil, dost yeterli. Ahbab yeterli. Maşuk dersiniz sömürge valisidir, karaktersizin tekidir. Dost dersiniz hem karşısındakini önceler hem de bunu nasıl yaptığını öğretiverir.

Maşuk sadece bir simge. Aşık abartsın. Maşuk kaderini fazla zorlamasın.

Zorlarsa ne olur?

Fazla şişen her şey patlar. Aşkı da fazla şişirmemek lazım. Aşk büyüktür ama her aşk o kadar büyük ve mucizevî gelmeyebilir dışardan bakana. Aşkın büyüklüğü gönüllülüğü, özverisi, ihtimamı, önceleyişi ve benzeri özelliklerindedir. Saplantıyı aşkla karıştırmamak için aşkın özgürleştirici yanlarını da görmek gerekir.

Yakan, eriten yanlarını da?

Tek başına sorunlu olabilecek olan bir bütünün diyalektiğinde farklı anlam ilişkileri, alâkaları kazanır

İnsan olmayı ”kimden” öğrendiniz?

Bir danadan, galiba! Birimiz evin, ötekimiz bahçenin bebeğiydik. İlk karşılaşmamızda birbirimizi inceledik. Sonraları da birbirimizi aradık. Farklı su içtiğimizi, farklı sevindiğimizi, annelerimizin hayata farklı yaklaştıklarını erken öğrendik. Su çeşmeden akmazsa ben içmiyordum. Çeşme açık olunca yalaktan o içemiyordu. Birbirimize yiyecek ikram edemiyorduk. O daha hızlı büyüyordu. Kıç atarak seviniyordu dışarı bıraktıklarında ona yetişemiyordum. Ama epeyce anlaşıyorduk. İlk arkadaşımdı. Daha kendi dillerimize hakim olamasak bile epeyce anlaşıyorduk. Herkes fizikî olarak kendisini dörtayaklılardan ayırt edebilir. Biz dünyalarımızın farkını ayırt etmeye başlamıştık. Sohbetlerimiz ve birbirimizin işlerine merakımızdan ne onun annesi memnundu, ne de anneannemlerin bahçesinde iş güçleri bizim için aksayan insanların. Satıldı sanırım. Musluk açıp yalağa su doldurmayı ona yardım için öğrendim. Bir kere becerebildim. Bir kaç kere suya düştüm, üstüm başım battı, kızılası bir şey olduğunu öğrendim, bir keresinde de çeşmenin kaidesi üzerime düştü, pres gibi, ölmedim, biraz ezilsem de kaçabildim. Kaide unufak oldu. Halâ durur çimentoyla yamanmış haliyle. Dana Kardeş kendisi yüzünden olduğunu düşünmüştü, bakışlarını unutmam imkânsız.

Hafıza bağlamla mı alakalanıyor?

Hayır sorumlulukla. Sorumsuzlarda hafıza sıfırdır! Ama en kötüsü geçmişi çıkarlarına göre yazanlardır.

Siz aşık mısınız?

Adam kıtlığında evet! Klasik anlamıyla sanırım hayır. Öncelikle dünya zor, kültürü yok, aşktan dem vuranlar aşksız, insan sabırsız, emeksiz, fersiz.

Aşık yiğitti sizce yanılmıyorsam?

Aşık insandır. Memleketimden insan manzaralarındaki gibi. Hepsidir. Çoğul özelliklerin hepsinin bir insan olma talebine, çırpınmasına entegre olmasıdır. Uzak da durur, kapışır da. Rıza olmayacağı istemenin kötü olmasından değildir zaten. Meşru olmayanı talep etmemedendir. Olmayacak meşru ise, olmayacağı istersin. En azından ne isteneceğini göstermiş olursun. Zulme isyan meşrudur. Bazan hakikate bile isyan meşrudur. Hakikatin hakiki olduğuna itiraz başka, olanın adil olmadığını haykırmak başka.

Aşığa korkak, sünepe, haz düşkünü de diyorlar. Gökten ateşi çalan da.

Aşıklıkta ne hikmet var?

Hikmetini sormuyorsun sevgili birşeylerin. Selamlıyorsun. Ve yoluna gidiyorsun.

Sizi sizin onu sevebileceğinden çok seven birisi oldu mu?

Özel hayat der cevap vermezdim ama, şöyle bir şey söyleyelim: Eğer bir insan başkalarından çok sevebilseydi, başkalarının hatalarının peşine düşmezdi. Karşısındakilerin işleri daha kolay olurdu. Başkaları ondan çok sevebilseydi, çok sevebilenlerin sorumlulukları daha ağır olurdu, vah onlaralık bir durum yani.

Özel soru yok?

Olsun ama, çöp tenekelerinden beslenmeye karar vermiş her kedi gibi önümüze döktüklerinin hesabını sormalarından da hoşlanmıyorum insanların. Biz zaten çöplüğkte ne ikram ediliyorsa, ne varsa, önümüze ne döktülerse onu kapışıyoruz diğer kedilerle.

30 Eylül 2011 Cuma

An'ı Değil Yanan Câm'ı Öper Aşık!

Aydınlık içimden geliyordu, doğudan değil.

Bir kere "hemen şimdi!" dedikten sonra vazgeçsem de hemenşimdilicilikten, yönümü aradım durdum hep.

Alçak mıyım, yüksek miyim; aşağıda mıyım, yukarıda mıyım bilemez oldum. Bilemez oldum sağım neresi, solum neresi. Güneşim nerede batıyor, nereden doğuyor?

Birisini öpmeden önce acılarını, acıyan yerini öpmeli insan, ulaşabilirse, aklına gelirse, oluşundan kaçmazsa.

Ey ayak sürüyen yanım, safram sanmaktaktaydım seni, azık çıkınımmışsın, yol gösterenimmişsin.

Yanardağların pırıltısına, kaynayan elmasa kapılmadım. Uçurumlarda patikalar buldum, dalgaların üzerinde kaydım, Zındanda dehlizler buldum, karanlıkta da gördüm.

Gün ışığı cama vuruyor. Gelmem Gün Işığı boğazım ağrıyor! Çok yorgunum! Şakaklarım zonkluyor!
Sana mucizeni göstermem mi gerek, her şey sadece içimden geldiği için öyle olsa bile?

"Her şey bana yansısa bile, vaktim yok bana dönene bakmaya!" dedi Güneş: Her şey, benim de sadece içimden geliyor! Seninle oynamak, kendiliğimden gelen bir şey. İçim karanlık. Karanlıklar patlıyor! Karanlığım patlıyor!

Peki Güneş, bekle, bir duş alayım! Giyinip geliyorum!

Traş falan olmayacaktım, olmuş olacağım, işitildiğinde olduğumun gerisinde kalacak söz.

Sözüm. Verilmiş sözüm.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Çölü Seçmek

Mecnunsa da deli mi adam neden çölü seçecek? Zaten bir ayağı çölde olmalı. Terk-i diyar'ın, alıp başını gitmenin adı çöl olmalı.

Kalsa başı belada. Kalmasa nerede kalacak? Her yer parsellenmiş. Onun yurdu, bunun yırdu, onun evi, bunun evi, onun toprağı, bunun toprağı.

Çölü kapışan yoktu evvel. Çölde yol kavgaları, durak kavgaları, kaynak kavgaları az biraz süregitse de.

Çöldeki mecnuna yine de herkesin ihtiyacı olur. Yollarını kaybettiklerinde; azıklarını, develerini kaybettiklerinde. Mecnuna ilişilmemesi, ona insanların işi düşebileceği için de.

Tahtını bırakıp da yola düşen padişah neyi arar? Tahtını sanırım. Bahtını? Evet onu da.

Mecnun çölde Leylayı neden arasın? İçindeki tırmalayan altüst oluşu gezdirip avutmada.

Rahatı kaçmış bir insan içindeki bunaltıyı havalandırmakta, ayaklarını yormakta, zihninin yetişemeyeceği hızda huzur bulur gibi olmakta.

İlk sesli siyah beyaz Leyla ile Mecnun çeşitlemelerinden birisindeki ceylanlara vurulmuştum, küçüklüğümde. Mecnun bana dünyanın en güzel yerinde gibi gelmişti. Dostların arasında. Güneşin sofrasında. Özgür. Uzakta. Antalya çöllerinde -şimdi oralara kumsal, plaj falan diyorlar- yalnayak dolaşıp sınamıştım mecnunluğu, ceylanların ayaklarının neden yanmadığı beni bilim hayatına taşımış olmalı o yıllarda. Mesela, yani. Ayaklarımdaki yanmayı hissedecek kadar ayıktım.

Mecnun da ayık. Hatırlatmayacak yere gitmiyor ki. Ona da hatırlatmayan yerler yakıcı gelmiş olmalı. Ceylanlar ortak dostlar idiyse. Ceylanın gördüğünü görmek, elinden su içirenle ceylanla sudayken buluşmak şiirin bilmece, bulmaca, şifreleme, kodlama olmadığı zamanların işi.

Yarin elinden su içenle vahada aynı suyu içmek, aynı suyu öpmek, ayışığı altında bir dünyadalık şimdinin hakikat pestillerinin dünyası değil.

Alıp başını gitmek, ayak altından çekilmek, deli gönlü yol ile avutmak bir mecnununu bile tutamayan halka bırakılan yas, utanç, acı. Mecnunu giden yer, bereketi kaçmış yer idi eskiden. Yollara düşülürdü, gideni getirmek için. Giden deliyse, doluysa, oturduğu yerde avunamıyorsa, içindeki deryayı gölgede avutamıyorsa.

Çocukluğumun Osmancığında kaybolan delilerimizi, aşıklarımızı, dertlilerimizi, masumlarımızı aramaktan perişan olurdu halk. Onun için benim bir memleketim var Ey Talip!

Mecnunun çölde gezinişi gündüz gözüyse, dalgınlıktandır. Gündüz dolaşan, nasıl çölün güzel gözleriyle yoldaşlık edebilir ki?

"Başım alıp hangi yere gideyim, vardığım yerlerde buldu dert beni" derse Erenler, gidişin kaçış olmadığını biliştendir: Kaçan kim?

"İllallah!" eden ne dertten kaçar, ne de kurtuluşa. Uykusuzluktan, huzursuzluktan, hafakan bastığından. Yeni belalarda, acımayan ya da diş bilemeyen acımalar ya da diş bilemelerde kaderine açılır. Çemberi kırar.

Mecnunu çöle düşüren de kim? Leyla mı, dünya mı, dar edilen hayat mı?

Bir hayal kırıklığı olmasa, ait olduğuna ait olmadığını düşündürmese hayat insanın yolda işi ne?

Yolda aidiyetin, hapishanen seni bulur asıl Ey Talip! Güllerle beze aidiyetini, hapishaneni, derdini.

Bülbülün ölümü düğün dernek aleme. Şeddat'ın has bahçesinin hüznüne dayanamadı rüzgâr! Uzaktan yeryüzü cennetini sildi süpürdü derler, inanma! Sen denilen denilmeyene inan da önce, bir hakikatin olsun da, sonra ahkam kes dur hakikatin has bahçelerine dair!

Aşktan ve Gariplikten konuşamıyorsan, sus, dinle bülbülü kim kanar!


(Her zamanki gibi online yazıldı, düzeltilmedi, iyi geceler arkadaşlar, yoruldum çölünüzden, ilinizden, elinizden yav:))

19 Eylül 2011 Pazartesi

Birisini Seçtiğinde

Birisini seçtiğinde, seçiminin arkasında durabilecek kadar omurgalı olduğunu kabul etmen gerek.

Seçimin ne kadar özgür olup olmadığı gelecek zamanları da kapsadığında istisnasız her seçim her daim tartışmalı olacaktır.

Tercihi yaptığın an, gün başka seçenekler de belirebilecektir. Seçimi bitiremediysen, adeta her gün seçimde bulunacaksın. Karşındakine her gün her an seçilmekte, imtihanda, kapıönünde olduğunu hissettireceksin.

Seçim dramatiği, seçim eziyeti neden sürekli yaşatılma zorundadır hayat ortaklarına pek anlayabilenlerden değilim.

Evin çocuğu okulun, sokağın en akıllı uslusu, beceriklisi, şirini olmak zorunda değil. Benim gibi bir kocakafa bile evine gittiğinde evin oğlusu. Hayatı güzeldir, değildir ayrı konu. Bir gün daha iyisini bulduklarında kapı önüne konmayacak olmak iyi bir duygu.

Öylesine bir değiş tokuş furyasında ki insanlar, savunmak zorunda kaldıkları hayat tarzının sürekli rekabet gerektirdiğini, hastalık, tökezleme, eskime halinde hurda insan malzemesi muamelesi görmeyi onayladıklarının farkında değiller.

Birisini seçiyorsam dünyanın en akıllısı, beceriklisi, güzeli, şirini olmak zorunda değil. Mümkün olsaydı da, meselâ hangi okulu bitirdiğini, maaşının kaç olduğunu bile bilmeseydim diyebileceklerdenim, siz bana bakmayın. Bazı şeyleri isterseniz kurcalayın. Ama dünyanın en şirinini, başarılısını, önü açığını seçseniz bile rüzgâr nun için de ters yönden esecek bir gün.

Bir arkadaşım bir kıza evlenme teklif edecekti. Yıllar önce. Abi dedi, evlenme teklif edeceğim ama bu bir "impuls" mu, yoksa gerçekten ben bu kızı seviyor muyum? Beni, duygumu, tavrımı, seçimimi sına!

Çaresizlikte insan çareyi kolay buluyor sanırım. Dedim ki: "Kızı nikah masasına oturt!". "Oturttum Abi!" dedi.
"Şimdi merdivenden aşağı yuvarla!"
"Yuvarladım abi! Yalnız ben mi itecem, kendisi mi düşecek anlayamadım?"
"Tabii ki kendisi düşecek, hiç beklemediğin anda, Kaçık Herif!"
"Peki Abi, düştüğü gözümün önünde. Yuvarlandı."
"Şimdi, artık bir daha yürüyemeyecek. Belki de konuşamayacak doğrudan. Çocuklarınız olmayacak. Hayatı yatakta geçecek.
"Tamam Abi, ama bazan tekerlekli sandalye ya da tekerlekli yatak ile taraçaya falan çıkarabiliyor muyum?"
"Çıkart, sana izin!"
"Sağol Abi!"
"Peki şimdi kaçmak mı istedin, hemen yanına koşmak mı?"
"Yanına koşmak Abi!"
"Halâ o senin için vazgeçilmez, en birinci, hayat boyu yanına koşacağın birisi mi?"
"Evet Abi yav, ver elini öpeyim, ben gidiyom, evlenme teklif etmeye!"

Ve gitti. Kız sormuş, "tamam da nasıl emin olabiliyorsun?" demiş. İlk evliliğe doğal bakmayan kuşaktılar sanırım, kendilerini rasyonel seçim öznesi sanan ilk kuşak...

Çocuk da ona demiş ki: "Seni merdivenden yuvarladım, yuvarlanmış hayal ettim ve bunu daha düşünür düşünmez hayat boytu yanından ayrılmak istemeyeceğimi düşündüm!" Kızın gözleri dolmuş tabii.

Çocuk süklüm püklüm geldi. Ne oldu dedim sırıtarak: Çok duygulandı: "Beni bir sen sevdin. Ama, seninle evlenemem, taşınacağım, bir başkasının teklifini kabul ettim bile!" demiş.

"Seni sevmiyor muymuş?" dedim.
"Seviyo Abi! Ha Abi merdivenden yuvarlamayı kendi icadım gibi anlattım."
Gülümsedim.

Başka bir zaman sordu. Ona bakıp bakamayacağını, öyle bir olay mevzubahis olsaydı. Dedim ki, ilk elde kaçıp gitmek geçmediğine göre içinden tercihinin arkasındasın. Ama usanırdın kaza geçirmeseydi bile. Kaçmayı düşününen belki tek yanında kalabilecek olabilirdi. Öyle ya da böyle, hayat hep başka şeyler gösterir, ama sadakat duygun, kararının arkasında durur gibiliğin güzel meziyetler, en azından kağıt üzerinde. Gülüştük. Evet Abi, "usanırdım" dedi, "merdivenden yuvarlanmadan önce bu konuyu kaşısaydın!"

Aslında hiç de belli olmazdı. Sadece kendim için şunu düşünmüşümdür hep: Başkalarının yanlışlarını yapmamaya bağışıklıkla doğmadın. İpin ucunu salma. Bana olmaz, ben satılmam da deme, başkaları bunu hakederek doğmuyor. Bir insan sana emanet olacak sadece. Kararı, doğrusu, yanlışı kendisinin ne beklentisiyle ne de beklentinle zorla hayatı. Tevazuyla, günlük gayretle, insalığı elden bırakmayarak, sürekli çare aramayı, çaresiz kalmayı göze alarak hale rıza göster. Yani tevazu içinde diren, inat et, çarpış, kapış gerektiğinde, ama emanet, emanettir unutma! Kendini başkalarını sınamak için emanet etme. Hayatta her sınavı, sınanmayı geçecek insan az çıkar. Hatta hiç çıkmaz. Hayata meydan okuma! Haksızlığa meydan oku! Zulme meydan oku! Haksızlığa meydan oku! Kazan ya da kaybet, at üstünde, yol üstünde öl!

Birisini seçmiş de olabiliriz, birisi üzerimize kalmış da olabilir, yani bize öyle gelebilir, durumu onayladığımızda tercih artık bizim. İstisnalar? Size ne istisnalar bulurum neler, ama burada istisna olmayan haller önemli, boşverelim istisnayı.

Bir insanı seçmişsiniz. Sürekli itip kakmanın ne anlamı var? Ortak noktalar bulmak için kapışmanız, anlaşmazlıklardan tüymemenizi konu edinmiyorum, dikkat edin, karşınızdakini sürekli yeniden yeniden yeniden seçiyor gibi halinizden bahsediyorum.

Meleşecek, koklaşacak mevzu her insanla bulunabilir mi bilemiyorum. Ama hayat arkadaşınızı rasyonel seçim öznesi gibi ya da değil, kendiniz seçtiğiniz de dahi muhabbetten bir oda açamıyorsanız sorun tercihte değil. Tek sorun tercihte değil. Bin bir bileşende.

Hayat tarzlarımızda geleneğin herkese hazır kalıplarını yarım insan ömründe keşfederek, yazarak bozarak, çizerek, birbirimizin çivilerini çıkararak yola salan bir yan var gibi.

Ne eskileri eleştirmek çok bilmişlik işi, ne de hayat tarzlarının gelenekleşmesi, nesillerce işlenmesi karşı koymamız gereken bir şey.

Beraber hayatın ontogenetik'i ile filogenetik'i yani bir insan hayatı boyunca ve toplumlarda kök salış tarihleri boyunca ele almamız ne zamandan beri entellektüel bir proje olmak durumunda kaldı diye düşünüyorum. Taş devri insanlarının becerebildikleri aktarımları çocuklarımıza sunamadan, tecrübe birikimlerini dolaşıma sokamadan çekip gitmemiz gerektiği gibi bir duygunun içinde yüzleşip duracağız: Gerçekten seviyor muyum? Kazık mı yedim? Kazık mı attım?

Eskiler için kuruntu olan, yeniler için itici güç gibi. hayatlarımız içinde yaşadığımız insanlıktan koparıldıkça, yolundukça.

Birisini seçmek demek, onu seçilme seçilmeme derdinden de çekip almak demek. Eskiler için görgüsüzlük olan bugün modern ise, ilkelliği moderniteye ikame ediyoruz demektir.

Başka bir anlamıyla insan diyebilir ki: Her gün hergün seni seçiyorum. Sana mahkum değilim. Sen benim hayat ortağımsın. Her halinle seçiyorum.

Yürümeyen, yürümez arkadaşlar! Yürüyecek de yürümüyor böyle:)

17 Eylül 2011 Cumartesi

Sevmeyi Bilmek

Sevgi'li oluş dünyada oluşun kavranmışlığı, hazmedilmişliği üzerinde kurulu. Başkalarının varlığını, önceliklerini kendi ihtiyaçlarını aşan bir duruştan öncelemek işi sevgiyle bakış; sevgiden bakış, yaklaşış, dokunuş.

Sevgi beğenme, sahip olmak için çıldırma, yapışma, yol kesme işi değil. Kimsenin beğenmediğini, beğenmeyeceğini de sever seven, herkesin beğendiğini, beğeneceğini de. Sevgi beğenme beğenmeme meselesine bağımlı değil.

Sevgide yol açma, arkasından su dökme de var, sahiplenme kadar.

Sevgi, sevdiğimiz insanlara, sevgi nesnelerine yönelik ama onların ürünü veya bağımlısı değil. Sevgi sevilme veya sevilmeme talebinde de değil. (Sevmeyi bilmeyenin sevmesi, sevmemeyi kepaze edenin sevmemesi de hoş olmaz gerçi.)

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Yeni Aşk Değil, Aşk, Gerçekten Aşk!


Aşk varsa içinde var. Aşk senin bakışında var. Aşk senin bekleyişinde var. Aşk elimize geçecek olanda değil, geçmeyecek olanda var.

Aşkın eşiği bir başkasının önünde eğiliş: Tek başına olmayışın, başkalarıyla beraber oluşun, başkalarıyla beraber oluşta oluşun selâmlanması.

Sömürge ordusu neferliğinin önünde eğilirsen, kırılan, yıkılan, yarıda bırakılan bir başkasının önceliğine verilen selâm. Başkası ne aşkla geliyor, ne de aşkla gidiyor. Aşk sensin. Yani aşk sende, senden.

Aşkın yolunu bulamaması, senin kendini bulamaman. Aşkın karşılık buluşu bir selamın alınışı ile başlar. Selamın alınışı karşılık değil, duvarda bir kapı açılışı, paslı kilidin içerden dönüşü, taş kapının açılışı, ahşabın gıcırdayışı. Sana verilen ses, geri dönen yankı. Yankı dokunmuş sestir, varolanın dokusuna, ilk haberdir.

Yeni bir aşk yok. Yeni bir macera var belki. Bazan yarım, çeyrek, binde bir aşk bile değil onca aşk sanılan. Aşk gelmez, aşkla gelinir. Aşk gitmez, aşık gider. Aşk kabuğuna çekilir.

Bin aşk olmaz. Birkaç aşk bile olmaz. Aşk bölünmez. İnsanın bir aşkı vardır. Ona da layık olan, layık olunan ile açılır insan, insanlığı ile açılacaksa: Yani olgunlukla, olgunlaşılarak . İnsanlığın açılışı ile açılmak, başkalarının içinde kendini bulmak işidir.

Aşk itilme kakılmaların içinde de serpilir, gelişir. Bir eksiklik olarak. Bir açık, bir acı, bir yara olarak. İnsanlıktan itiliş içerisinde. Reddediliş, yerle yeksan edliş içerisinde. Aşk itlip kakılmaya da varoluşun bir itirazı, direnişidir. İtilme kakılma, hor görülme daha çok insanın çivisini çıkarsa da, eksiği görüş insanı da çıkarır.

Önünde eğildiğin, senin önünde eğilen olduğunda dahi aşkın dünyasına vatandaş olmuş sayılmazsınız. Dünyanın da sizin önünüzde eğildiği yoksa. Dünyaya selamınız, aşkla selam, aşkla alışveriş bu yüzden ne bir fetih, ne ele geçirme, ne de kendini teslim etme: İhtimamı, ihtimamla bakışı, birbirinin sırtını örtüşü, kusurlarını kapatışı, yanlıştan yağma çıkarmamayı çağırış, bir başka makamdan söyleyiş, o makamı bilinir kılış.

Aşka teslim oluş, intikamdan, öfkeden, hatta bir anlamıyla adaletten yani kısasa kısas adaletinden karşılıksızlık ahlakına geçiş de. Adaleti bırakmıyorsun. Adaleti adalette bırakıyorsun. Kendi sorumluluklarına dönüyorsun. Kendi sorumluluklarında boğulma, hatadan ders çıkaran için söz konusu değil. Girdaba atla, boğulmazsan kurtulursun, doğru, ama çağrı bu değil, çağrı burada değil. Boğulmayı göze alanı takıntılı görmeyeceksin. Girdapta dönene el uzatırsan kapılırsın belki. Seyredersen, kurtuluşu da seyredersin, boğuluşu seyeredebilecek oluşun kadar.

Ağır olan bir zulme nesne olma ihtimali değil, zalim olma, zulme nesne oluşturmadır. Zulme olan istidatından anlayış çıksa bile bir gün, anlayıştan çıkarış da çıkar. Yani zulme özne oluştan çıkarsın ama, zulme nesne oluşun ruhundan çıkışları başkalarının ömür  meselesidir. Onların kararlarının ve hayatlarının aşkla bakan öznesi olamazsın.

İnsanın nesne veya özne oluşu dilbilimsel, analitik bir konum, birbirinden kopuk oluş halleri değil. Aşka nesne oluş, edişteki nesne halinden şikayetçi olamaz, en azından her daim, zulme nesne oluşun nesnesi ise şikayetçidir, en azından, çoğu kez. Öteki, başkası, öbürü itici kakıcı bir dünyanın kavramları değiller. Perspektif, perspektifler bütünü değil.

Aşk kapıyı çaldığında, insanlığın, oluşun, hakikatin kapını çalıyordur. Ufkunda değişen bir şey yoksa, tepeden tırnağa dönüşmüyorsan, geriye hep buruk bir tad, öfke, kin haset, intikam duygusu kalıyorsa kapını aşk çalmamakta. Aşk mecazi olmayan anlamıyla kapı da çalmaz zaten. Aşk kapındır Kardeş.

Kapında birisi var, hayat var, kuş var, rüzgar var, sevgi var, zulüm var, cıvıltı var, serzeniş var farkediyorsan yeterince açıksın zaten.

Kuzunu arıyorsan ya çayıra bakacaksın, yada  kebapçının fırınına. Aşkı arıyorsan, kendine bakacaksın ve ne kadar oluşuna açık olduğuna.

Aşk zaten her daim yenidir, tazedir, diridir. Bakmayınca solan bir bahçede fidandır Aşık. Kuraklık da göğüslenir, dolu ve sel de. Ayakta duruş kök, toprak, dal ve yaprak, bir uzanış, rüya, doğa ister. Ayakta duruş, başkalarının ayakta duruşunu da ister.

Aşkın dünya talebi de vardır, her gün yeni bir şey söyleme talebi de. Bu yüzden.


23 Temmuz 2011 Cumartesi

Adam Olamayan Aşık Olamaz, Aşık Olamayan Adam Olamaz!

Aşkı haketmek, aşıklığı haketmeden sonra gelir.

Aşkın aşığa dönüşü, oluşun tevazuya dönüşüdür de.

Aşkın aşığa dönüşü, maşuktan gelen bir hareket değildir.

Kendine saygının, kendisini ayaklar altına alabilişten geçmesidir.

Bir tevazu olarak saygıdır, kendine saygı.

İnsanın kendisine saygısı, artık kendisinden ibaret olmayışın kapı aralamasıdır.

Başkalarına olan bitenle, başkalarının kaderleriyle kardeşlik kuruşun kapısıdır aşk.

Ne adam olarak yola çıkarsın, ne de aşık olarak adamlıktan ibaret olursun. Aşk da adamlık da ömür ister, karar ister, başka türlüsünü yapamazlık ister.

Gerisi kader, kısmet ama bir o kadar da emek, çırpınma, kibri lağıma dökme, burun sürtme; yanlış ile yaşamayı yani yanlıştan öğrenmeyi öğrenme; başkalarını öncelemenin silikleştirmediğini, alçaltmadığını, yükseltmediğini ama insanın kendisine giden yol olduğunu farketme işi.

6 Mart 2010 Cumartesi

Aşk'ın Kendisine Yönelmesi


Aşkın insanın kendisine yönelmesinin narsizmden açıklanabilirliği yok, her dile getirilmesinde.

Mesnevîde dikkati çekmez ama, aşk aşıka geri döner. Kendisine aşk olarak, kendisine sevgi olarak, kendisine saygı olarak. İhtimam'ın duruşumuz olması da demek bu sonuçta, tezahürde. Tezahürü küçümsemeyin hemen, göründüğün gibi ol'u unutup.

Aşkın aşık'a yönelmesi sonuçlarıyla, getirdiği noktayla açıklanabilecek bir çevrim'in sonucu değil. Biteviye bir oluşma, iç alemli olma, eylemede içi dışı bir oluşa yönelmede kavranmalı.

Aşık aşkı kendisine de çeviriyor. Artık başkası var. Öncelediğimiz, dertlerini, dünyalarının varlığını kabullendiğimiz insanlık var.

İnsanın önemi, onunla iletişimimizin diskursif olmasında. Diğer varlıklara bile egoist ve ilkel davranışın kalkmasında insanla alakamız var.

Aşkla baktığımızda bir terbiyeyle, duruşla, kültürle, anlayışla da bakıyoruz: Ondan önceki insanlararası alışverişin üzerinde temelleniyor aşk.

Aşkla insanlığımız başlamıyor, başlayan insanlaşmamız kendi yerini keşfediyor. Bir ben oluş, iç alem geliştiriş aşkla kendisini buluyor. Sadece aşkla değil. Sadece aşkta değil. Aşk diyebilmek için insanın filizlenmesi gerek, tomurcuklanması, şekillenmekte oluşu, kendini değiştirebilme kapasitesine kavuşmuşluğu da gerek.

Aşkın aşıka yönelmesi aşığın kendisine de insan, feda edilmeyecek bir hayat, vaz geçilmeyecek bir armağan olarak bakması da. Bu kendini önceleyiş demek değil, kendini önceleyişten vazgeçmiş kişinin kendisine de bir insan olarak bakması. Başkalarına hoşgörüsünü kendisine de yöneltmesi, mesela. Bu yöneltmede sorumluluk kaybı yok, tersine, ders çıkarmışlık, hatalar ve kayıplara hayıflanmaktan tecrübeye, daha iyi bir insan olmaya bilinçli yönelme söz konusu.

Bir yerde başlayıp bir yerde biten ve kendi başına gelişen bir hal değil, insanın insanlaşması. Bir çok düzeyde, katmanda, gelgitte cereyan ediyor. Bir çevrim bir noktada başlayıp başladığı noktayı doruk edinip bitmiyor. İnsanlararasılık sayısız başlayan ve biten, süren ve dönüşen alışverişlerle, süreçlerle gelişiyor mayalanıyor, yeşeriyor.

Aşkın aşıka dönmesinin bizim geliştirmekle yükümlü olabileceğimiz bir başka anlamı da Aşk'ın maşukun aşkı olarak geri dönüşü. Nefret olarak bile dönseydi aşk'ın dönüşü olurdu ama aşk olarak dönüşü olmazdı.

İnsani alışverişin en ayrıştırılmış ve iyi tanımlanmış biçimleri bile gerçeklikte sayısız birbiri ile alakalandırılabilecek alakalandırılamayacak alışverişlerle, katlarla, dokular, lifler, halatlarla dolu.

Aşk aşıka çeşitli biçimlerde geri dönebilir. İnsan oluştaki en önemli çevrim ya da çember bir kendisine yöneliş, anlayış, kavrayış olarak. Ancak aşk üzerine daha kapsamlı düşünebilmek için, aşkın maşukun aşkı olarak geri dönmesini de ele almak durumundayız. Aşk tekyanlılığını vurguladığmızda dahi bir intersubjektivite (öznelerarasılık) sorunu. Aşk toplumsallığın toplumsallıkta ifadesi. Tek ifadesi değil, ifadelerinden.

İnsanlararasılığa baktığımızda insani alışverişin ve iletişimin her yöne ve her yönden sayısız boyutta ve biçimde sayısız tarihsellkten ve zamandan alışverişine bakıyoruz.

Bir bebeğe şefkatle bakan yada tıslayan bir kedinin, dünyanın binbir halinin ve boyutunun, diğer insanların aralarındaki ilişkilerin etkisinin katkısının unutulması demek değil, aşk üzerine düşünmek. Doğayla olan, etrafımızla zaten baştan beri var olan ilişkilerin bizim ya da başkalarının merkezinden kaçmasının, insani bir bilincin de ifadesi aşk. Ben'in ya da tabi olunan ben'in merkezinden çıkışın içinde ben olmamız, kişilik ve bireysellik geliştirmemiz de demek bu rakip sanılan bir başka deyişle.

Aşka rakip açıklama tarzları da mümkün olabilir, ama aşka rakip olarak değil.

Herşey aşkla başlamıyor ve bitmiyor. Edindiğimiz her şey aşktan sonra bize gelmiyor. Aşk herşeyin arasında, herşeyin ortasında (kimseler farketmeden çoğu kez) derisini atmada, kabuğunu kırmada.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Kavl Meselesi

Aşkta taraflar, tekyanlılığın yerini karşılıklılık almaya başlayınca kendilerinden bekleyebileceğimiz, niteliğinden kaynaklanan meşruluk iddiası da taşıyan beklentiler içine giriyorlar; bazı önkabul ve (felsefî anlamda dikkate şayan) önyargılara başvuruyorlar .

Karşı tarafa güven, karşı tarafın bir duruşu taşıdığı önkabulü aşık’ın eyleminin desenine, çiçeklenişine omurga oluyor. Bir beklenirlik, beklenebilirlik, bazı kurallara uyuş, karar vermişlik, sözünde dururluk karşı tarafa yazılıyor.

Aşkın tektaraflı halinde maşuka tereddüt, sırt dönüş, kadirbilmezlik yazılabilmesi aşık'ın naivitesinin (cahilliğinin) eseri değildi. İnsan bilgisi, tecrübesi ve ahlâkının arifane ve edebî bir karikatürü ile karşıkarşıya idik daha çok.

Tecrübe, hayat bilgisi, kavramın kendi sınanmışlık tarihi ve mirası insanın kendine güven kurma çırpınışında hassas ama temkinli, kırılgan ama daha geniş bir bütünleşme sürecinde olgunlaşmaya açılıyor, hakikatte.

Aşık'ın aşık ahlâkından, karşılıklı aşka ilerlemesinde ilk dikkat çekici fark karşılıklı beklentilerinin söz konusu olması.

Aşık karşı tarafa sınanmalar öncesi de güveniyor, bu aşık olarak maşuk için de geçerli. Kuşku ise bir azap.

Maşuk da aşkta taraf. Aşkın bihaberi, yalnız sultanı değil artık. Karşılıklılık saltanatın gölgesi, şartı, muhakeme alanı gibi.

Detaylandırmayı, (aşkın) kavramların(ın) her yönünü kurcalamayı şimdilik ihmal ederek acemi, tecrübeli, sınanmış, sınanmamış her duruş sahibinin benzer kalıplara uyduğuna dikkat edelim.

Güven temkinini bırakma sınırına geliyor, hayatının ipini karşı tarafın eline bırakarak tırmanıyor aşık bir bizoluş’ta, karşılılıkta, ahlâk ipiyle inilmiş hukukta. Kendisinin sevilmesini beklemeyen, sevildiğinden daha fazlasını addediyor artık.

Güven karşı tarafı tanımışlıkta, tanımamışlıkta, tecrübeden bakmada, tozpembe bir ufukta yolunu kaybetmişlik halinde, ilk elde hayat ipini başkasına verebilme işi. Sırtını dönebilme, sırt verebilme.

İp koptu muydu olacaklar belli, belli ama, karşı tarafın sınanmasından daha büyük bir heyecan kendi güven hayatını yaşamak. Güven yitirmekle sonuçlanacak olsa da güveni yaşamışın, güvenmeyi yaşamışın güveni yitmesinden konuşabiliriz artık.

Tecrübe tüm durumlar için tecrübe değil, tecrübeye açıklık hali demiştik defalarca, Gadamer'e de göndermede bulunarak. Tecrübe, hem başkalarından öğrenmeyi içeriyor hem de kavramların ve insanlık hallerinin tarihi gelişmişlik ve şekillenmişlikleri içinde kendini sunabiliyor.

Aşk praksisinin en naif hallerinde bile bir kavl, söz vermişlik, paylaşılan bir normativite devreye giriyor. Beklentilerimiz bugünün populerkültürel kültürsüzleşmesinde kayıtsızlaştırılarak ve egoize edilerek pıstırılsa ya da azdırılsa dahi her daim devreye giriyor. Kavramın demeyelim, kavrayışın, praksisin, hayat bulmanın her canlanışı, ete kemiğe bürünmesinde, insanî ilişki olarak devreye girmesinde karşı tarafa ve ilintililiğe bir norm yazılıyor. Bu normativite bir tehditden çok insanlaşmanın şemasını ele verişi.

Kuyuya inerken çıkrığa ve çıkrığı tutan ele güvendiğimiz kadar, kendimize de güveniyoruz. Çaresiz kalmayı göze alabilecek bir başka çaresizlikle belki, inerken.

Kuyuya bin kere inmiş, bin kere ipi kopmuş, bin kere çıkrığı dağılmış, çıkrıktaki eli bin kere yitirmişin tecrübesi, şımarıkığı ya da tevazusu ile değil, o güne kadar yaşadıklarımızın o günden sonrakilere dayanak olacağı umudu, temennisi ile. Temkin tereddütün tevazusu, arifanesi, kaderine açıklığın, risk alabilirliğin, razı olabilirliğin inisiyatifliliği. Risk almadığımızda rolumüzü, kendiliğimizi yitiriyor gibi oluyoruz, risk aldığımızda kendimizden olabilecek olsak da rolümüzden olmuyoruz. Riske atarak azanmak durumunda olduğumuz öncelikle kendi anlamlanışımız.

Kuyuya bin kere inmiş olan bile aslında, her kuyuya inişin, her doruğa tırmanışın, her yeni halin yeniliğini, farklılığını bilir. Hayreti şaşkın işi olmasa da, şaşkınlığın kaçınılmaz olduğunu kabul edebilmenin tecrübesindedir. Hale razı oluş yapılacağı bulma çabasının içinde oluştur da. Eşiğe takılmak veya dar kapıdan geçmek suratına çarpılacak kapısı bile olmayana zorlayacağımız fiiller değildir.

Acemilik her daim hakim yanımızdır. Tecrübe en aceminin de, en tecrübelinin de açıldığı sonu gelmez ufuktur. Tecrübeli insan kaşarlanmaz, hayatını eskiterek yeniler. Bilgelik, olgunluk hep yeni oluştur, masum kalıştır. Söyleyeceği yeni bir şeysiz kalamayıştadır.

Bilgelik aktarılır. Tecrübe edinme aktif bir çabadır. İnsan olma çabalamalarının çoğunda tecrübenin, toplumsal tarihin, insan oluşun toplumsallığının temelleri verilidir. Sona götürücü, sonlandırıcı anlamıyla değil, hale açıcı, insan(lıkta) tutucu anlamlarıyla.

Her ilişki ve alâkada bir kavlden yola çıkıyoruz, farketsek de etmesek de. Verilmiş söz, aşkın sözü, sözün sözü, yükümlülüklerin sözü.

İster kalubeladan, levhimahfuzdan ister başka bir noktadan dilin dünyada şekillenmelerinden yola çıkarak temellendirelim, hayat dünyamızın diskursivitesi bir söz vermişliği insanî praksisin hamuruna kaynaştırıyor.

Nereden başlatacağımız konusu sadece teknik bir mevzu, söz ilk ele alındığı şekliyle diskursiv, dilsel olmayabilir, ancak kavlin de her anlamıyla diskursif olmadığını bilerek.

İnsanî bilgi, kavrayış dünyalılığı, zaman ve mekanda yerleşikliği, faniliği ve sınırlılığı, diskur(lar) içinde konuşmayı öngörüyor. Üzerine bilerek, kavrayarak konuşulamayacak olan üzerine nasıl konuşulacağını konuşmayı yasaklayabilecek, gereksiz kılabilecek bir cehaleti şart koşan bir insan marifi ve marifeti yok.

Bir yerden bakarsak bir söz vermişliği, bir başka yerden bakarsak (diskursiv anlamıyla değil!) bir sözü, bazan birinden birisini bazan ikisini de öngörüruz, her insana, eşyaya, hale, duruma yöneldiğimizde (insan) yüzümüzü döndüğümüzde, eylediğimizde ve eyleştiğimizde yani birbirimize güvenerek sırt dönebilmenin hukukuna açılabildiğimizde.

Cahilin arif, arifin cahil kadar önkabulleri var. Eylediğinde öngörülen, yazılı, kazılı olan var. Bu yazılılık, kazılılık insani praksisin otomatiği, değişmezliği, üzerinde çalışılamazlığında değil, hergün yeni bir şey söylerliğinde, insiyatifliliğinde, eylerliği ve işlerliğinde yazılı, kazılı.

Kaderi özgürlük, özgürleşme olan insan deseydik de bunları kastederdik. Hürriyet inderminizm gerektirmiyor diyenler de haklı. Kimin ne dediği, ne kavramda, ne yaftada. Kavramla konuşuluyor, ama, anlayışla anlaşılıyor, anlayışla anlatılabildiği kadar.

Kavl meselesi yalnızca aşıkların sorunu değil, arada bir geri dönüp üzerine düşüneceğiz.

(bitmedi, düzeltilmedi, yanlışlar, tekrarlar olabilir, iş güç arasında kaleme almaya çalıştım, olmadı. Üzerine çalışılacak bir not olarak okunmalı. Efendim.)