6 Haziran 2008 Cuma

Aşk ve Yalnızlık

Aşk eninde sonunda yalnızlık gibi görünüyor dediklerinize de bakarsak?

Olur mu? Aşk bir insandan. Kollektif bir eylem değil ki. Yani hem kendimize kavuşmanın, hem başkalarını görmenin, onların bize bakışını anlamaya çalışmanın yurdunda yaşayış. Aşkta yanılsama yok mu? Var. Aşkın duvarlara çarpanı, yol keseni yok mu? Var. Ancak aşkın aşk olmaktan çıkması ile ilgili bunlar. Aşkın kültürü, tavrı, duruşu, terbiyesinin noksanlığı.

Üç dört senede aşkın bittiğini okuyoruz, evliliklerde, sonra dostluğa dönüşüyor, yalnız yaşanan yalnız bırakan bir iş. Ne diyorsunuz?

Derin bir nefes alıyorum önce. Aşk "bir kimya" imiş. İstatistikler, biyokimyacılar şunu bunu diyormuş. Sonra dostluğa, alışkanlığa dönüşüyormuş. Bunu diyenler kimler? Konformistler. Hiç aşık olmuşlar mı. Köpekler gibi ulumuşlar mı? Sevilmeye layık olmadığı düşünülen bir insan için, aşksız bir insan için bile neleri var neleri yok köpeklerin önüne atmışlar mı? Derisiz dolaşmışlar mı? Karşı tarafın gözünün içine bakmışlar mı? Yataklarından ömür boyu sevdiklerinin adını sayıklayarak kalkmışlar mı?

Bunlar çekim duyabiliyorlar atraksiyon yani. Beğenebiliyorlar, birbirlerine bazı özellikler yazabiliyorlar. Ama birbirlerinin gözünün içine bakmıyorlar. Bir insanı tanımak, bilmek, ne yapabileceğini kestirebilmek, ne düşündüğünü sezebilmek, söylemeden anlayabilmek, anladığını söylediğine tercih etmemek, kafa karışıklığıyla yaşamak yorucu da olsa, ne müthiş bir şey. Anlamak, sözüne saygı. Anlamak ne olduğu, söylediği ne olacağı ile ilgili, bu gerilimde nasıl olacağının derdinden bakabilmek. Bir insanın ne olduğu ile projesi yani ne olmak istediği arasında at koşturabilmek, takılıp kalabilmek, bunalabilmek bu insanların işi mi?

Rahatlar. Çizgili pijamaları ve terlikleri ya da pijamasız ve terliksiz dergi okuyucusu kılıkları bizi şaşırtmasın. Rahatlar. Kalıplarını yaşıyorlar. Gelenekçi ya da geleneksizler kendilerince ama aynı gelenekten, gelenekselliktenler. Aşık, hayat dünyasının, kültürünün, terbiyenin derinliklerinin, inceliklerin dünyasının, özgürlüğün ve sorumluluğun, boyun eğmezliğin ve boyun eğmişliğin, yolda oluşun, kalıpsızlığın, açık ufkun insanı.

Kalıplar kötü mü? Hayır. O sayede tek başımıza yapamayacağımızı yapıyor, bulamayacağımızı buluyoruz. Bulunca da bunuyoruz o ayrı. Herkes ufka açılsa, dünya dünyalıktan çıkar. Stabil olanda, gezinenin çekirdeği var, desteği var. Gezinende hayatı stabilize edici irfan deneyim, hayatla sınama hayatta sınama var. Kalıpla yaşayanlar da hayatsız deneyimsiz değil. Ancak her deneyim de sonuna kadar deneyim değil. Aşık çizgiyi biraz daha aşıyor. Ama bir alanda konformist olanın başka bir alandaki tecrübesine yaklaşamayabiliyor da. Yani ne birisi herşey, ne de ötekisi hiçbirşey.

Aşkta bir heder edici, yalnız bırakıcı, çökertici yan yok mu?

Aşkta evet bir keder, bir melankoliye dönüşebilecek yan, bir saplantısallık var elbette. Çaresi? İnsanın bütünlüğü. Terbiyeden geçmişliği. sorumluluğu inceliği.

Kültürlü oluş kapıp koparma, ukalalık, lafazanlık, malumatfüruşluk değil. Hayata, hayatına incelikle hakim olma işi, attan her daim düşebilecek usta bir binici kadar. Kültürlü oluş, insan oluş! İnsan olmayana kültürlü demek arif ve maarif kavramlarını yakmaktır. Şimdilerde ukalâlara, çakallara, asalaklara, ömür boyu çalışmamışlara, acımasızlara yetişmiş, kültürlü insan diyorlar. Yeni üniversite idealimiz bu ve kültüre kontra gidiyor! Sömürge okulları mı kurduk, kuruyoruz 12 eylülden bu yana? Aşık insan yarım insansa aşk ne yapsın? İnsan bir bütündür. Her yanı aynı anda gelişmez. Bir yanı bazan öbür yanlarını körleştirir, ya da ileri çeker. Evet insan hayatında bir ilerleme, gelişme söz konusu, bunu bireysel hayatta hemen gösterebiliyoruz. Toplumsal hayatta var mı başka bir konu, ileride ele alırız.

Ancak yarım insan zaten yarım kalmaya da niyetli insan. Aşık olamayan insan, karşı tarafı düşünemeyen insan, bütünleşemeyen, kendini tamamlayamayan insan da. Bu konformist tavır değil. Vahşet. Hayatı deney haline getirmişlik, ama deneyden öğrenemezlik. Kitapları, eserleri kutsama, onları yazanları ise yakma işi. Bir yağma.

Bir yağma estetiği, iğrencin kabanın estetiği. aşkın topşumsallaştırıcılığına, yumuşaklığına, tevazudan bakışına aykırı. Üstelik monologcu, sosyalizasyona cahil ve halk düşmanı.

Yani aşık olarak kurtulacağız?

Şaka yapmıyoruz, öyle demesek de. Aşksızlık, komşusuzluk, başkasızlık bir dert, adeta son vebamız!

Diyorum ki, başkasını anlayarak bize bakışını anlayarak, kendimizi buluyoruz. (Anlama nedir ne kadardır sorunlaştırmayalım hemen). Aşık'ın duruşunda temel bir insani özellik var dikkat edelim. Yarım insanın, ukalanın, bay bayan imajların aşkı ukala, hava atma aşkı, fetihçilik, avını gösterme işi.. Aşkta ukalalık olmaz. Aşk tevazu işi. Önünde eğilme işi. Buna mı aşık oldun denilebileceğe karşı bile öyle. Maşuk av değil. Maşuk başkalarına ganimet olarak anlatılmak için edinilmez kapılmaz. Önünde eğilirsin. İsyan edersin. Çeker gidersin. Kendisi için istediğinden asla azını istemezsin, önermezsin. Kendisinde bulduğundan azını bulmazsın.

Esir almaz, hapsetmez, ama lakayt da kalmaz aşık. Aşık bazan kafayı yer, halıyı, çayırı ısırır, aşksızdan daha çılgındır belki ama, çılgınlığı aklıbaşında bir çılgınlık, ahl3aklı bir çılgınlık, ölüçülülüğün, had hududun çılgınlığıdır.

Had hudut aşılmaz mı hiç Efendim?

Bazan, bazı şeyler, mantığının sonuna kadar götürülür. Götüren, sınırları aşmanın ustasıdır, derisini de riske atar, riskini de. Usta değilse, insanlıkta tecrübeli değilse, en deli haline bile insanlığı sindirememişse, yine de yumuşak huylu bir yanı hakim olursa iyi meczup olur halk indinde korunur, değilse taşlanarak sürülür. Bu iş böyle, inancı bile sonuna kadar götürürsen, akıl gibi, bilim gibi, neyi sınırlarına taşırsan, taşlanma ihtimali doğar. Denge ve orta nokta her alanda kolay tutturulmaz. Anlaşılır söylemek içinse anlamaya başlamak lazım, bu kısmı da retorik, sanıldığından ciddi iş.

Aşk, yalnızların işi başka bir anlamında ama?

Evet, bireylerin işi en derin anlamında. Kaçışın değil, olacağını olmuşluğun, atılacağı atarlığın alanında. Oluş içinde, ama yok oluş içinde de.

Ancak, aşk yalnızlaştırıcı değil, başkasını açıcı. Aşık yalnız kalsa da, yalnız kalan bir öncü. Bir sınır nöbetçisi. Bir mayınlı tarla kuzusu.

Aşık üç dört senede usanmaz, uslanmaz diyorsunuz.

Diyorum ki, aşık, üç dört senede aşık bile olamaz. terbiye ömür boyu sürer. Aşkın terbiyesi ne çetindir. insanlık dahi insanı insanlıktan çıkarır, çivilerini çıkarır, ama yerine de oturtur. İnsan oluş, adam gibi adam, hatun gibi hatun oluş zaman ister, emek ister, didinme ister, mangal yürek ister ve de aşk ister. Aşk yolu bile aşksız olmaz. Aşkın kıvılcımı çakacak gözünüzde.

Aşkın metafiziğine doğru mu gidiyoruz?

Hayır, edebiyatına, kültürüne, geleneğine, lafzına, hakikatine. Söylediklerimiz ontolojikten çok ontik olanın alanında olabilirdi, emin değilim, çünkü, ben başka bir yerden temellendiriyorum. Bir bilinmeyenden. Herkesin bildiği yani: Geleneğimiz! İşin başındayız. Analitik olarak yerleştirme sonraki iş.

Son bir soru, İlahi aşk dışında bir devamlılık görülmemekte iken siz hepsine devamlılık yazıyorsunuz.

Şimdi bazıları ilahî aşkı da insanî aşka uyduruyorlar. Naz şu bu gibi kavramlar. Bazıları gerçekten yerinde ve güzel kullanılmış bir diyeceğim yok. Ancak sadece edebî sanatların devrede olduğunu, mecazî okumasını bilmek kaydıyla. Ben tersine diyorum ki, manevisinde de manevi olmayanında da aşk karşısındakine öncelik veriştir. Bunu başka söyleyenler de var, vardır, ilk ben değilim, olamam. Ancak evet, bu konudaki iddiasallığı çıkarabiliyorum ya da çıkarsayabiliyorum, iddiam büyük görünüyor bazan yani iddalı görünüyor iddiam, oysa hayat dünyamızı okumak yeterli. Bu anlayış zaten var, tasnif et, eleştir üzerinde düşün. Düşünmek ille de bu değil, bunu bir yöntem olarak sunmuyorum. Aşık, yoldadır. İhtimamın yolunda, karşısındakini okumanın dinlemenin anlamanın yolunda. Dinleyerek bakar. Bakarak da dinleyebilir. Görmeyebilir de. Görülmeyeni de farkedebilir. Başka bir dikkatin hayatı(ndayız).

Aşıklık tek yanlılık da oluşturabilir. Bunlar mevzumuz değil. Burada aşkın aşık'ı içe çekebileceğini reddetmiyorum. Ama dışa açık olmamanın sonucu değildir, çekilme. Tartışmaya çalışalım fırsat buldukça.

Aşkta Hukuk, Özveri, Karşılıklılık Üzerine

Aşığın hakkı yok mudur?

İnsanın ne kadar hakkı varsa aşığın da o kadar hakkı vardır. Aşık hakkı aşk'ın değil, "ilişki"nin alanında söz konusudur. Sevilenin yükümlülüğü değildir, insanlığıya, insanlık imkânlarıyla , hal ile alâkalıdır. Aşık'ın hukukunu gözeten toplum ise, aşk'ın kültürünün beşiğidir. Maşuk, hakkaniyet adına her sevenine gül yüzünü göstermez. Seven, kendi adına sever. Sadece sevdiği için zulme uğratılması insanın elbette kabul edilir değildir.

Aşığın incitilmeme hakkı yok mudur?

Hayır, yoktur. İnsanın, incitilmeme hakkı vardır. Ama, insanın incinerek insanlaşması da söz konusudur, inciterek değil. Bu, eziyetin hoşluğundan değil, insanı tanımak, hali tanımak, tecrübelere tecrübeler eklemek, çaresizlik hallerini görebilmek için gereklidir.

Aşığı incitmeyecek sevgili ne mümkündür, ne de gereklidir. Mümkün değildir, aşk karşılıksızlık üzerine kurulur. İncitilmeyen aşık varolabilir, ama karşılıksız aşk kadar karşılıklı aşkda da her şey yolunda gitmez, insanlar anlama anlaşma özürlüdür, sonsuz tecrübeleri yoktur, sevgi şımartır da bazan, havalandırır, uçurur, yere kapaklandırır, ve de uyandırır.

Aşk umutsuz bir vaka gibi görünüyor?

Karşılıklılığın, hakların alanı iki insan arasındaki ilişkidir. Yani ilişkide ve ve ilişkiden beklenti olur. İlişkiyle "seviyeli beraberlik"leri, cinselleştirilmiş iletişimleri yani iletişim bozukluklarını kastetmiyorum. İlişki, iki insanın bir biriyle bir beraberliğinin, hukukunun olması durumudur. Bu ister dostluk, ister aşk, ister evlilik, ister arkadaşlık olsun. Buradaki "aşk" başka bir anlamıyla kullanıldı: İki insanın arasındaki çekim, sevgi, yakınlık üzerine kurulu bir hukuk, bir ilişki.

Aşk, karşı tarafı yükseltme, öncelemedir. Bazı felsefeciler nesnelikten çıkarma derler belki buna ama eksik olur. Neyin öznesi, hangi anlamda olduğu açıklansa da birbirinden bağımsız alanların baskısıyla bu kavrama giriliyor. Özne nesne kavramlarını bu aşamada fazla kullanmak istemiyorum. Ancak gerek yabancılaşma konusu, gerek monolojik bir anlama anlayışının eleştirisi olarak ileride özne nesneden çok intersubjektivite sorunu olarak, öznelerarasılık sorunu olarak da tartışmaya çalışalım. Şimdilik kavramların kendilerinde, aşk'ın sorunlarında kalalım.

Aşık maşuku kaybedebilir. Maşukun haberi dahi olmayabilir. Ancak aşık kendini kazanır. İnsanı öğrenir. Başkasını önceleyerek, başkasının bakışıyla kendine bakmayı öğrenebilir. Burada empati sorununa giriyoruz. Aslında kavram, burada söylenebilecekleri kapsamaktan uzak, ama tartışma alanı buralarda bir yerde. Bu konuya da ilerde dönelim, bu bağlamda tartışalım. Hem Husserldeki ele alınışı ile öznelerarasılığı anlaşılır kılamadığını Theunissenle birlikte söyleyelim, hem de daha ayrıntılı ve karmaşık öznelerarasılık kuramlarının kişilik ve bireyselliği açıklasalar da empati kavramını gereksiz kılmadıklarını gösterelim.

Sevgilinin farkedemediği, kıvrandırdığı hatta zulmettiği aşık kendisine türlü gözlerle bakmayı da öğrenir, karşı tarafı esiri görmemeyi de: Yani nesneleştirmez. Ama nesneyi özne yapmaz aslına bakarsanız. Kendisini geliştirir, özne tarafını, sorumluluk tarafını, bakan gören, anlayan, sezen tarafını. Eyleyen tarafını.

Sevgili yiter, ama kendi insanlaşması kalır. Yani ele geçen, elde ettiği, kazandığı daha çok kendisidir.

Aşk diğerkâmlık mıdır?

Egoistlik değildir, Efendim. Evet bir ölçüde diğerkamlık olabilir, ama bir kulluk kölelik işi değildir. Yönelmenin bir yanının öne çıkmasındandır bu insanın bütünlüğünü yaklaşımlarındaki diğer yanları, adalet istencini, kendi ahlakını yani sorumluluğunu terketmemesini getirmez. Aşık meslekten aşık değildir her daim. Meslekten aşık da daha az diğerkâmdır, daha çok aşkın, hayatın, sözün, insanın tecrübesini aktarandır. Daha az diğerkâmlık daha çok egoistlik değildir. İşi bir çeşit metaaşktır diyelim, biraz nükteyle de olsa.

Kul lafzı çok geçer ama edebiyatımızda?

Evet ama, sanatla söylenir. Metafor, eğretileme vesaire. Kulluk tanrıya olur. Ama bunda da kölelikle karıştırılır. Kulsun ama kul olduğun seni geçmişinde, anında ve geleceğinde bilir, görür, anlar. Mecazi anlamında bir ihmalkâra yani görmeyene, anlamayana, halden bilmeyenedir. Her zaman olmasa da latiftir. Bazan gerçekçidir. Bazan hakikatinden, bazan ahlâkından bakılır.

Aşk bir kaçış, mazoşizm, ruhsal bozukluk mudur?

Olur mu? Aşksızlık bir belâdır. Başkasızlıktır. Anlayışsızlıktır. Tevazu yitimidir. Aşk pişirir, olgunlaştırır, insan eder, işgalci değildir, esir almaz, ele geçirmez, muhabbetini sunar, bazan kendini sunarak incitmez bile. Gül yaprağına düşen damla bile değildir ağırlığı, eziciliği. İhtimam kime ne kaybettirmişmiş?

Aşk ahlâk bozar mı?

Aşksızlık ahl3ak bozukluğudur desek yanlış mı olur? Aşk kimseye zarar vermez, korur gözetir. Aşık ele geçirmeye çalışmaz ki şehvet edebiyatı diyelim. Aşık sever, korur kollar, zarar veremez, üzerine titrer. Etrafına aşkla yaklaşan insanlar yok mu artık da işi şehvet sanıyoruz. Ama evet, öncelikle aşk iki cins arasındadır. Ama aşk ilişki işi değildir. Bir bakış, görüş, kavrayış, öncelik veriştir.

Yani şehvet edebiyatı diyenler yanılıyorlar aşk lafzına.

Maalesef, evet. Cinselliğin de yeri yurdu var. İnsanlar cinsiyetsiz değil. Ancak aşksız cinsellik, karşı tarafa ihtimamsız cinsellik, bir ele geçirme, fethetme, kapıp götürme, zapt etme demek olur. Yani aşksız cinsellik ahlâklı bir şey midir? Bunun üzerinde de düşünsünler. Ama aralarında aşk yoktur da ihtimam vardır, ahlâk, hak, hukuk vardır, saygı vardır, sevgi vardır, üçüncü şahıslar ezilip geçilmez, itilip kakılmaz, bu insanların cinselliğine hakaret edemem. Zaten aşk, haktan hukuktan anlamayanların, ahlâksızların zevksizlerin, haddini bilmeyenlerin işi değildir. Aşık aşkda had bilmez, kendini ortaya koyuşda durumuna bağlı, burada mecnunluk kavramı da devreye giriyor.

Aşk konusunu tamamen cinsellik bağlamında konuşmamız, geleneğimizi tartışmaya açıp eleştirmeniz mümkün mü?

Elbette efendim, gayret ederiz. Ancak, açmak zaten eleştirmektir, anlaşılır kılma, yerine yerleştirmedir. Geleneğimizin sahibi değilim. Neferi de değilim. Ancak onun içinde doğduk, bin bir halini kavramaya anlamaya çalışıyoruz. Aşk da bir gelenektir, bir yanıyla. Bir terbiyedir başka yanıyla. Duruştur bir diğer açıdan. Uzatmayalım, hakim olduğumuzu ve tümüyle eleştirip işimizi tamamladık diyebileceğimizi iddia etmeden ele alalım. Geleneksizliği savunmanın geleneğe esaret olduğunu da belirterek, yeniden, işimizin gelenekçilik değil, hayat dünyamızı, insanı, kültürü ve kültürümüzü kavramak olduğunu vurgulayarak ara verelim.

Teşekkürler.

Bir cehalletten, bir cehaletten kurtulma halinden konuşuyoruz, kimselere yanlışımızı dikte etmediğimizi temenni ederiz, Efendim. asıl ben teşekkür ederim.

5 Haziran 2008 Perşembe

Aşk Nedir?

Aşk başkasının, başkalığın önünde eğilmektir, başkasına önceliktir, önceliktedir.

Aşk karşısında kendimizi düşünemediğimizedir. İhtimamın kural olmaktan, ya da ayrıcalık olmaktan çıkması, rûh hâli ya da hâlimizin ihtimama ve ihtimamdan yönelmesidir.

Aşk bir körlüktür, körleşmedir, Sevgiliden başkasına kapalılıktır.

Kendi çıkarına, asgarî faydasını dahi gözetmekte zorlanmaktadır aşık. Erafını unutabilmektedir ham aşık.

Aşk olgunluk işidir, olgunlaştırdığı kadar. İnsanlık işidir, insanlaştırdığı kadar.

Aşk bir uyanıklıktır, başkasına açılmaktır, farketmektir, keşfetmektir, hayran kalmaktır; aradığını bulabilmek, görülmezi de görebilmektir; Mâşuk'un fazlalıklarını, yani kabuğunu soymak, kusurlarını giyindirmektir.

Aşk kendinden geçmektir. Yar ile mest gezmektir, sarhoşluktur, fazlası haram olsaydı dahi hoş görülürdü.

Âşık aşksızlığı yenik düşüren, meşâleyi yanık tutandır. Köklü toplumlarda Âşık közü canlı tuttuğundan dokunulmazdır.

Aşk, kendini bulmaktır. Başkaları içinde oluşu, başkalarının hayatlarını görmemezlikten gelemez Âşık. Dünyasını, komşularını, yaptıklarının cevabını, beklenileni ve beklediğini, bir arada oluşun nasıl işlediğini farkeder, bakar, başka gözle bakıldığını, okunduğunu bilir. Anlar, anlaşılmayı hedefler, anlatmayı dert edinir, açıklamalarla meşki telef etmez.

Aşığın Mâşuktan başkası olmasa bile, Mâşuk'un başkası vardır, kendisine bakan.

Diğer başkalıkları görmemesi, kendi inadından, duruşundan, talebinden vazgeçememesi aşkla insanlığın aşka getirilemeyeceğine de işarettir. İnsanlığı insanlık başlangıcındadır. Çiğdir. Pişer, pişmeye yatkınsa. Yoksa, kavrulur gider, ya da daldan dala fırından fırına, ateşten ateşe savrulur.

Aşk bir terbiyedir, kültürdür. Âşık dertleri okuyabilendir, dertliyi okuyabilendir, başkalarından öğrenebilendir, duyarlıdır, açıktır.

Koparıp kaldıran değildir Âşık, kenardan geçebilen, vazgeçebilen, ön açabilen, kendini feda edebilen, ama Mâşuk'un bülbül yaralayan dikenine de küsebilendir. Dinleyebilen, hesaba katabilendir. Hesaba gelmeyense Sevgili, Sevgiliyi yorabilendir aşkıyla. Yola koyabilendir. Yola çıkarabilendir. Gemiyi en son terkedendir. Gitti mi ömür boyu gider. Kaldı mı ömür boyu kalır. Hem gider hem kalır. Kendi gider, izi kalır.

Âşık küçümsendiğini görür, küçümsemez. Ve bu küçümseyici gelir Mâşuk'a. Mâşuk karşılık vermeyendir, zalimdir, haspadır, oynaktır şiirimizde. Âşıksa Mâşuktan çok sızıyı sevendir. Bu bir nüktesidir Âşık'ın. Ama bir hakikati de vardır: İnsanların kendilerinde farkedemeyeceklerini bile öne çıkarır, havalandırır Âşık, ham'ın düşüşünü görür ama dilemez, aşkın uğramadığı bahçeyi havalandırır, velveleye yol açar, kendi köşesinden.

Birisini sınayacaksan aşkla sına. Âşık küçümseyen Mâşuk sevilmeye teslim olmayandır, olamayacak olandır. Havalanır, dağılır gider. Sevilmeyeceği sevmek, çöl yeşertme işidir. Sevileceği sevmek kolay iştir. Sen sevmeden o yolunu açar, anlar, anlatır. Sevilmeyecek olan kapanır, dikenlenir, havalanır, kelepçeler, dayatır, yönetir, karşısındakini hayatsız bırakır, yalnız kendi hayatına tabi kılar. Âşık da, Sevilecek Olan da kendilerini anlatırken insanlığı konuşurlar, kendi tavizsizlikleri bile insanlıkla uzlaşmışlık, yani insanlığı hesaba katmışlıktır. Yarışları fedakârlık yarışıdır. Pazarlıkla geçen aşk hayatı, pazarlığa aşktır.

Tensel aşkla manevi aşk ayrılıyor, saçma. Ayrım zaten ayrı kelimeler, kavramlar oluşlarından gelmekte, ama, ikisinde de aşk aynı: Başkasını önceleme, başkalığı önceleme, ötekine, ötekiliğe ihtimam ve selamlama. Aşk aynı, Âşık aynı, Mâşuk farklı.

Yeni tasavvuf edebiyatında Tanrı insanlaştırılıyor adetâ. Ya da eskisinde olangidenden de fazla insanlaştırılıyor. Bizim sevmemizi bekleyen, bir beklentisi olan bir Sevgili gibi. Hallerine naz, sınama ve eziyet yazılıyor. Yanlış. Rahman, Rahim, Esirgeyici, Bağışlayıcı, Anlayan, İkram Eden, Hayat Veren, Müşfik olduğu unutuluyor. Edebiyatta insanî olanla teşbih yapılabilir, ama insanî olan sıfatlar İlahî Aşk'ın özellikleri gibi kuramlaştırılıyor, edebî olan zaten varolagelmiş insanlaştırmanın hizmetine giriyor. Tanrı, adil olmayana da adil. Tanrı, hiç kimsenin sevmediği, aşağıladığını da sevebilen. Tanrı bir çıkarı olmayan, bir statü peşinde olmayan, hakkaniyet sorunu olmayan. Önünde çakıllığını bilen bir çakıl da, inciliğini bilen bir inci de eşit. Bilmeyen de eşit. Kimi bilmeme had bilme işidir, kimi bilmeme had bilmezlik, bunları eşitiyle eşitleyen de yalnız O.

Güzel bir yanı için Âşığı aşağılamayan O. Âşık, yani Hak Âşığı, bir nesneye aşık değil, bu konuda son dönemde yazılanlar genellikle tüyler ürpertici. Hak aşığı, bir ayrıma varmışlığı olan, bir farketmişliği, farkındalığı olan insan. Bir hayatı, hesaplaştığı ufku, üzerine titreyip düzelttiği, eleştiriye yani düzeltilmeye açık tuttuğu duruşu olan bir insan. Adil, anlayışlı, müşfik; mazlumun yanında, zalimin karşısında; doğruyu söylemekten kaçınmayan; ölümden, kalımdan, zulümden korkmayan; zalimlere tutunmayan bir insan. Talana, yalana, eziyete, sömürüye, tepeden bakışa, hakikatsizliğe karşı çıkan insan. Yani giyindiği hırka sağlam olan insan.

Hak aşığının gücü, görüldüğünü, farkedildiğini bilmesinde. Çarmıha gerilse, yüzüne tükürülse doğrusu eğri yapılabilecek birisi değil. Dik başlı gelebilecek bir boyun eğiş, nereden baktığınıza bağlı.

Titrek sanılabilecek bir alttan alış, yufka yüreklilik var duruşunda mazluma karşı. Kendine karşı haksızlığa göğüs gerişinde kaderci, neme lazımcı sanılabilecek bir sabır söz konusu, bakamayana göre. Ve müthiş bir öfke , celâl söz konusu yavruyu çakalın ağzından alan atılışında. İsteyen istediğini görsün. Ben gül bahçelerinin toprağını elden geçiren insanı görüyorum. Yaprakla uğraşmayan. Gül kokusunu sırtı dönük de alabilen. Yüzünü çevirmeden hakikate yönelebilen.

Mevlâna "hakikât derdi olanlar bu kitabı eline alsın" der.

Hakikatsiz kim aşık olabilmiş kim bu cihanda?

18 Mayıs 2008 Pazar

Bülbüle Terlemez Gül

Saki de, akşamda baki de, ol bahçe de güne cevap vermede, yeşermede. Bülbül yorgun, dal yorgun. Gül, kokusunu terlemede.

Ey Aşık, sen çırpındıkça dağılmakta gülün.

Gel bezmimize ki, unutulanlardan ol, sözü kalmayanlardan, kendinden başka uçacağı yer kalmayanlardan.

Bize yar selam vermez, biz artık gönüllere giremeyecek kadar küçüldük, ufaldık, unufak olduk.

Bizi rüzgâr neşe meclisine sürükleyemez, biz rüzgârın dahi sürükleyemediklerindeniz. Yok gibiyiz.

Yar bizim bir parçamız kadar olmak ister, yine de bizi bedel olarak almaz. Biz paha biçilemeyecek kadar değersiz olanlardanız.

Yare senin için canım feda deseydim, sen de can mı kaldı derdi. Yare dahi sözümüz yoktur.

Artık kendimizi başkalarının yerine koyamayız. Başkaları bizim kabımıza sığmaz.

Yine de dokuz kıtadan kovulduk, kanımız her yerde aktı Ey Farabî. Kanımız tükenmiştir, bizde renk kalmamıştır. Söyleyeceğimiz bir kırıntıdır. Yükümüz ne hafiftir. Ama kıymetsizliğimizi tartacak bir terazi bulamadık. Bize kapısımı açacak kadar küçük bir okul, bir yazımızın sığabileceği kadar küçük bir kağıt, içinde yuğrulabileceğimiz kadar dar bir tekne, içine sığabileceğimiz kadar küçük bir yurt, bizi itip kakmayan bir ülke bulamadık halâ.

Dünyamızı beklememize neden gücenir insanlar? Yok'u beklemek her yere, hiç bir yere aitlikse bize ne?

Bülbül çırpınır, yine de çizmelerin altına bırakır yapraklarını gül.

Çizme gül kokusundan mest ya da değil. Ezen, ezer geçer. Küçücük bir oluş ezilişten gül kokusu duyar da gülümser.

Ol vefasızlığa, ol ezilişe, çaresizliğe çare olmayışa ağlamıyor da gülümsüyorsa neden taşlansın bülbül?

Ezilir şarap olur her harap bağçe, kadehini arar neşe, can-ı cemle dolar çınlar bu kurumuş gövde, ülkeniz benim, ülkeniz benim ey kovulduklarım, Ey Yoksayan Sevgili, dokunamayan rüzgâr, görseniz de, göremeseniz de.

24 Mart 2008 Pazartesi

Çocuk ve Aşk

Neden bir sevenim yok Abi, kızlar bana bakmıyor?

Hakikati seven yoktur, üzülme. Sevildiğinde kork.

Beni ben olarak mı sevmiyolar o zaman Abi?

Hayır, seni sen olarak sevemiyorlar. Seni bilen yok ki.

Sevdiklerinde neyi seviyorlar?

Bir hayali, bir hayaleti.

Büyük şeyler yani, Abi?

Yok canım, büyük şeyleri göremiyorlar, meselâ seni, sendeki içtenliği, insaniyeti.

Beni seven olur mu Abi, bir gün?

Olmasa ölür müsün? Tamam, olur elbette.

Seni seven oldu mu Abi?

O kadar emin bakma. Ya olmadı dersem? Gene de rahatlayacaksın tabii ki. Tamam, tamam, üzüleceksin de.

Seni nasıl sevemezler Abi, seni sevmeyen yok ki?

Bu sevmeler farklı Ufaklık. Ama, evet, senin bahsettiğin sevmeden geçer, sevilmede sözünü ettiğin sevmek.

Yani sokaktaki insanlar kadar, sana çay getiriren çırak kadar sevseler yetmez mi Abi

O kadar seven var mı canım insanı?

Kızlar başka türlü mü seviyor Abi?

Yok canım, ama daha gerçekçiler derdik eskiden, şimdi daha hayalîler gibi. Biraz başka hesaplı kitaplılar belki, bilemiyorum ki rahatlarına ne geliyor?

Senin bilmediğin bişi yoktur Abi?

Olmaz mı yav? Kendime bile hayrım yok. Sizlerden başka kimsesi olmayan birisi ne kadar bilmiş olabilir?

Yok Abi, sen nelerden geçmişsin.

Peki canım. Sor, madem başladın. Kurtuluş yok.

Abi, ev geçindiremem diye mi düşünüyolar, ama, aylaklarla, manyaklarla dolaşıyolar.

Eskiden davulcuya ya da zurnacıya varır derlerdi, kızların gönülne bıraksan. Hangisi doğru sence, o halde? Aylaklara mı? Rahatlarına gelene mi?

Abi, davulcu da iş sahibi. Ter döküyo gece yarıları.

Elbette canım. Ben de çaldım davul.

Kızlar demek davulcuya da varmıyo. Bana da öğretsene?

Tabii, tabii. Kızlara hevesin kalmadı galiba, davulculukta para falan yok ama.

Abi, yani, biz de beğenilelim istiyoruz, bir gün.

Seni beğenmeyen ölsün.

Yok Abi ölmesin, günah.

Peki, gönlün kadarını bul.

Gönlüm büyük Abi, o kadarı bulunmaz.

Fesüphanallah. Kendine güvenen bir insan var galiba yanımda.

Abi, dümdüz ediliyoz hep. Adam yerine konmuyoz. İtilip kakılıyoz.

Dümdüz edilerek doğruluyoruz Evlât. Adam oluyoruz.

Adamlık kaç para Abi?

Evet, adamlığa paha biçilmez.

Abi, sana laf yetiştirmesi ne kadar güç. Senin gibi olsam, kızlar yüz vermese de olur.

Benim gibi sürünmeyi neden isteyesin? Aklından zorun mu var?

Abi, kızım olsa sana verirdim.

Asıl ben, kızım olsa sana verirdim ey veled diyeceğim ama, daha üç senelik ömür yaşadın. Öyle sınanmadan adam yerine konmak yok.

Abi, sen bütün imtihanları geçtin yani?

Nerdee. Bi senle bile başa çıkamıyom.

Abi, senin gibi bir babam olsaydı, ne kadar farklı olurdum.

Benim gibi bir Abin var ne farkediyor Ulan. Baban sizin için it gibi çalışıyo.

Abi, seni seven oldu mu hiç? Yani çok seven. Yani peşin sıra gelmek isteyen. Yani camın önünde bekleyen, karakolların, mapusanelerin önünde gezinen, uçaklardan, gemilerden inenlere bakınan, yiyemeyen, içemeyen, filmlerdeki gibi? Tamam Abi, karıştırmıyom.

Oğlum, milyon kişide birisi bekler. Milyonlarca insandan bir kaçı sever.

Ama bak, sokaktaki herkes insan gibi.

Oğlum, onlar kaç kişi. Bütün sevenler sokakta bugün galiba.

Ama Abi?

Evladım, halk sokaklardan korkar halde. Sen herkesi korkutanın gözlerinde bile aşk okuyorsun. Sokakta kalan da halkdan korkuyor.

Abi biz halk değil miyiz?

Lafın gelişi dedim. Biz seçkinleriz, evlâdım?

Sokağın efendileri miyiz?

Yok, ruhumuzun efendileriyiz.

Anladım Abi.

Neyi anladın yine bacaksız.

Büyük işler Abi ya. Onu anladım.

...?

Abi seni düşüncesiz görsem, kızlara boşverecem.

Köpeklere su taşıyodun yazın, evi boşverip. Kızlar sana bakar mı Koçum?

Bakmasın be Abi. Sana çekiyoz.

Yav, ben ne zaman su taşıdım?

Abi Babamlar senden korkudan bana karışamadı. Suyu sen taşıdın, burda oturup.

Çay söylüyorum. Açık olsun diyecek kadar küçük. Cebinden yarım simit çıkarıyor. Bana uzatacakken, kuyruk sallayan köpeğin önüne atıyor. Köpek, kuyruk sallamada hızını alamıyor. Sakin sakin, uysal uysal sallıyor. Neden sonra simide eğiliyor. Açlıktan sallamadığını, sadece selamladığını söylemek istedi galiba?

Evet Abi. Çok haysiyetlidir. Ama aç. Gidip önünden simidi alsam, gene kuyruk sallayacak, ama gözleriyle ağlayacak da. Benim gördüğümü neden kimse görmüyor?

Seni görmüyolar ki, gördüğünü görsünler be Çocuk?

Orası öyle Abi.

Yani bir gün sevmediğim, ya da beni sevmeyen bir insanla evlenebilirim, öyle mi Abi. Kaderime razı olacam?

Aşk bir kültür, bir incelik, bir terbiye evladım. O insanları sen yetiştireceksin.

Babam kötü iş yapmamış yani Abi. Cahil olsa da. Hiç bişey bilmese de.

Ama bilinenin, bilmenin arkasındakini bilir. O bilmelere varmanın duruşundan gelir.

Ya üniversiteye gidemezsem Abi? Çalışmaya devam edersem?

Adam olursun evlât. Bizim okuldan memnun değilsin yani, e kızlar sana varmaz tabii.

Adam olana varmazlarsa varmasınlar be Abi. Ama, çoluk çocuğun olur bizi görmezsin.

Ya sen bizi görmezsen Dayı?

Köpeği bile görüyom ya Abi. Sence?

Sana da laf yetişmiyo lan Velet.

Abi? Bize yemeğe gelsen?

Yok sağol, bekâr adam hiç bi yere sığmaz.

Kapıcı dairesine mi inmekten korkuyon Abi?

Rahat dur Evlât!

Abi, büyük adam olsan da bizle konuşur muydun?

Olmam, ama olsaydım, gazeteleri, ekmekleri bile dağıtırdım imtihanın olduğunda. Bunda ne var ya?

Yapardın Abi. ben de yaparım, her zaman.

Abi köpek sen olunca yaklaşmıyor.

Öğretmen sanıyodur. Sözlüye kaldırırım sanıyodur.

Yok Abi, size hürmeti var.

Benim de ona ve sana hürmetim var.

Estağfirullah Abi. Biliyom Abi.

Neyi biliyomuşun, söyle!

Kıkırdıyor. Annesi apartmanın bahçesinin duvar içindeki çalıların arasından eve çağırıyor. Akşam ezanı okunuyor. Derede taş kaydırıyorum. Köpek ağır ağır kuyruk sallayarak uzanacak, tenha bir yere yollanıyor. Vapur düdükleri.

Evde yemek yok.

Sahilde yalnız bir balıkçı yuvarlak bir mangal yavrusunu tutuşturmuş. Yalılara doğru hamsi kokusu yayılıyor.

Kolay gelsin Amca. Sahilden nasıl hamsi tuttunuz böyle?

Yok evladım. Mangal balıkçılara hoş görülüyor, eh biz de eski balıkçılardanız. Evde sıkıldım. Yalnız yiyemiyorum Hanımı kaybedeli beri. Olmuyor. Lokantaya alışmamışız. gitsek, acıyorlar, konu komşu çağırıyor. Oğlanın tayini çıktı, kızı da everdik. Bana da gelebilecek misafirlere de yetecek kadar hamsi aldım. Balık tutarsam, yalılara ikram ederim, eski müşterilerimiz. Gül gibi geçinip gideriz.

Bıçakla yarılmış yarım ekmeği uzattı. Açtım, hamsileri maşayla dizmeye başladı. Tuz karabiber ektik. Sumaklı, maydonozlu soğan halkaları.

O kadar sessizdi ki Hanım. Ne ferah sessizlikmiş. Ne latif sessizlikmiş. O gidinceki sessizlik dayanılır gibi değil. Kulaklarım çınlıyor sürekli. Ylnızlığın sessizliği ile huzurun sessizliği ne kadar farklı, beyefendi, bilemezsiniz. Bir çay daha alır mıydınız? Evlâdım, bir çay daha.

Balık temizlemeyi sevmezdi. Balık kokmamdan da hoşlanmazdı. Eve gitmeden önce hamama giderdim. Üst baş değişirdim. Evden de temiz iş elbiseleriyle çıkardım. Hamamda yıkamadan eve götürmezdim. Hanıma hiç balık kokusuyla gitmedim. Evde her taraf mis gibi sabun kokardı. Su kokardı ev. Ben gelince çalışmazdı. Ne zaman yapar onca işi anlamazdım. Karşımda otururdu. Gülümserdi. Teğel sökerdi. Örgü örerdi. Bebekleri ayaklarında uyuturdu. Ben de ona ve çocuklara mısır patlatır, kestane közlerdim. Ayva soyar, nar ufalardım. Güzel balık yapardı. Ama mangal falan sevmezdi. Kaçamak yapmak istemiyorum, lâkin hoş da oluyor, sahilde. Sağolun beni soframda yalnız bırakmadınız.

Soru sormaması ne büyük incelikti. Hikayeme nereden başlayabilir, nasıl bitirebilirdim. Sessiz, ağır ağır çiğnedik lokmalarımızı.

Radyoyu evde unuttuk. Dışardan müzik gelse de, kendi müziğimiz olsa ne iyi olurdu dedi. Çaylar tazelendi, tahin helvasının kırıntılarını atıştırdık. Hanım müziksiz yemek sevmezdi. Konuşmama karışmazdı, anlatmama, dinlerdi, ama müziği bastırmamaya çalışırdım. Şimdi dinliyorum müziği dedi. Müziği ne kadar seviyormuşum, ama Hanımı daha da önemsiyormuşum. Evi özlüyordum, deniz bir dost, ama deniz buz gibi de. Eve ekmek götürmenin heyecanınyla titriyordum. O zamanlar benim için musiki sadece bir ufuk, bir fon gibiydi. Hayat cıvıl cıvıldı. Yine de öyle. Ama sonbaharı görünce, musiki başkalaşıyor. Torunlar gelince baharı görürüz yeniden, değişiriz mutlaka.

Elimi ağzımı kahvede yıkadım geldim. İç cebimi delerek yerleştirdiğim nısfiyeyi çıkardım. Bir isteğiniz var mı, Efendim dedim.

Gazete üzerine bağdaş kurdum ve rast'da gezinmeye başladım. Gemilerin balkonların ışıkları, sokak lambaları yanmaya başladı. Suda oynaşan balıklar.

Rast Methali bitirdiğimde ikimiz de konuşmadık. Gelen çaylar soğumuştu. Nısfiyeyi cebime soktum. Yol boyunca yürümeye başladım. Her taş, her ağaç, denizdeki her pırıltı, gramofonların cızırtısı, takılan kasetler, okuduğum bu incelikli, bu ağır kitabın arasına konulmuş birer hatırlatma nişanıydı, ayraçtı.

Hayat dayanılır şey değil ve hayat insanı hayretlere, hayranlıklara sürüklemeyecek bir şey değil.

Tanıdığım onca insanı da gecenin içine yürüşe sürükledim.


(Seni Seviyorum"dan üzerinde çalışılacak bir parça, düzeltilmedi)

23 Mart 2008 Pazar

"Sen Yaparsan Ben de Yaparım"

İnsan kendi eylediklerinin öznesi. Yapıyorsan kendi yapacağını, yapabileceğini yapıyorsun. Yapabileceklerinden konuşuyorsun.

İnsanın eylemi kendi yapması gerekeni aşıp misillemeye döndüğünde "adaletin tecellisi" mi söz konusu ediliyor? Bunu düşünebilmek çok zor. Adaletin deneyim alanında da ahlâkta olduğu gibi düşünme, seçme, bir duruştan eyleme var.

Bir duruştan dedim. Çoğu kez bir hayat tarzından, eyleme geleneğinden, elimizde olan kalıptan hareket ediyoruz. Tecihlerimiz her daim tek tek olası tüm seçeneklerin, imkânların üzerine eğilme biçiminde olmuyor. İtici gelen, hoş gelenlerin bize bıraktığı üzerine düşünüyoruz bazan. Hatta geride kalanlardan bizi en çok ne rahat ettiriyorsa ona yönelerek.

Hoş geleni seçiyorsak, buna seçim adı vermek uygun mu? Evet, başka türlü yapabilirliği düşündükçe, bir sorumluluğumuzu oldukça. Hoş gelenin hoş gelmesinin boş bir iş olmaması söz konusu ise.

Hızlı karar almalarda belli bir tecrübeyle, duruşla, eyleme tarzı ile hareket edebiliyoruz eylememiz gerekebiliyor. Kazadan, beladan, emrivakiden, hayatın dayatmalarından uzak kalamıyoruz. Oturup düşünecek zamanımız olmuyor çoğu kez. Bir kazada anaya mı yavruya mı, çocuğumuza mı, başkalarının çocuğuna mı, sevgiliye mi, insanlığa mı, tanımadığımız bir insana mı öncelik vereceğimiz bir karakter, hayat tarzı, eyleme geleneği içinde ve bir takım duruşlardan belirlenebiliyor. İmkânlarımızın kısıtlılığı, gücümüzün neye yettiği, karar verecek durumda olamayışlarımız, karşımıza ilk çıkanı çözümlememiz gereken durumlar, her daim çözüm hiyerarşileri kurmak zorunda olmayışımız da göz önünde tutulmalı, elbette.

İnsanın eylemesi bir başkasının eylediğine ya da eyleyeceğini sandığımıza misillemeye dönüştüğünde ne bir engelleyici eylem ne de bir gerekirliğin ifadesi söz konusu. Bir hak yerini buldu ifadesi bile değil. Gündeminizde olmayanı, ya da aslında hep gündeminizde gizlenmiş olanı yapıyorsunuz.

Karşı tarafa bir eleştiri içermiyor. Acıtan bir sorumsuzluk, bir olası acıtan sorumsuzlukla karşılanıyor. Belki acıtma başarılıyor. Ama eylemin kendisi ne oluyor? Eyleyen, bazan bir başkasını, yani üçüncü bir şahsı eylediğinin mesajına alet ediyor, araçlaştırıyor. Araç, kendince kârlı çıksa, o da kendinçe araççı davransa bile yine araç, yine araç: "Sen aldatırsan ben de aldatırım!"da mesela. "Sen çaldın ben de çalarım", "sen sınırı aştın ben de sınırı aşarım" biçiminde olduğunda ise başkası hiç yok, ya da yok sayılmakta.

"Aynısını yaparım"larda çoğu kez kendi şahsiyetini, karakterini koymama, insanlığından, "kendini biliş" halinden, kazandıklarındaninsan olarak kazandıklarından, temellendirdiklerinden vazgeçme söz konusu. Kuyruğumuza basılıyor, ısırıyoruz, basit, ama burada bile ısırıldığımız için ısırmıyoruz, bir meşru savunma halindeyiz. Şüphede, kuşkuda, olmamışı olmuş yapışlarımızda, endişede misillemeci oluşumuz, doğrudan saldırıya uğramamız halinden daha sorunlu. Saldırıya uğradığımızda tepkimizde bir ölçü tutturmak, saldırıyı aşan bir tepkide bulnmamak durumunda oluyoruz. Kuyruğuna basılabileceğini bilen, kalabalıkta yaşayan hayvan dostlarımız daha az şaşırabiliyor, daha az saldırgan davranıyor. Onların dahi refleksin ötesine geçmelerini hoş görmüyoruz. Belli bir terbiyede kalmalarını bekliyoruz. Ama belli hukuklar da yazıyoruz, nüanse ediyoruz, farklılıklar yakalıyoruz. Evde kedimizin şımarıp tırmıklaması ile sokakta bir kedinin üzerimize atlaması gözümüzde farklı, ikincisini daha zor hoş görüyoruz. Ama, kedimizin önündekini temizlerken saldırmasına kızabilirken, sokaktaki bir kedinin, ya da komşunun kedisinin ciğerine dokunursak öfkeleneceğini de biliyoruz, öfkeyi kabulleniyoruz. Bir kediden dahi farklı şartlarda farklı beklentilerimiz, terbiye ve davranış ifadeleri beklediğimiz oluyor. Farklı kedilerden farklı davranış, eyleyiş biçimleri beklediğimiz gibi.

Misillemenin, karşılık vermenin gerektiği anlar olabilir mi? Bir terbiye edici, kişilik kurucu yanı olabilir mi? Bazan, belki. Bir insana "yaptığın şunu hissettiriyor" diyebilmek için, bir hareketin başkaları için ne demek olduğunu düşüncesizce yapıp durana öğretebilmek için, belki. Yani, karşı tarafa acı çektirmeden çok bir şey öğretme yükümlülüğünün ağır bastığında. "Vurma acıyor", "sen batırırsan iğneyi bak ben de batırırım, canın yanar" gibi. Belki azcık dokundurmak gerekebilir de bazan, bir şeyin acıttığı gösterilebilir. Ancak, geriye dönüşsüzlüklere, zulme, eziyetle, kendini ya da başkasını aç köpeklerin önüne atmakla, başkalarını kullanmakla, kendini kullandırmakla olacak iş değil bu öğretme, gösterme, işaret etme.

Yanlış yapan düzeltebilir. Yanlış anlaşılmış da olabilir. Zanna karşılık veren, ne yaptığını bilerek, seçerek eylese de, kendince ölçülü, rasyonel bir tepki koysa da bir insanın yapmaması, insanlarca yapılmaması gerekenin alanına girmiş oluyor, kendisini kendisi yapan alanı, kendiliğin alanını zorluyor, kendi sınırlarını da olumsuz anlamda tanımlıyor, belirliyor, kendini oluşunu, oluşum hukukunu da farkına varmadan tartışmaya açıyor.

Öfkeyle kalkmak sanırım, etraftan çok, insanın kendisi için, kendi kişiliği için tehlikeli. Kişilik ve bireysellik insanî eylemenin çıkış evi. Evi yıkıyorsun, evini yağmalıyorsun. Kazandığını kaybediyorsun, kendi özgürlüğük alanını genişletiyormuş edasıyla fakirleştiriyorsun.

Karşı tarafı üzmek, ya da intikamın tatlı gelişi bir denge sağlayabilir mi? Bazan, mümkün. Kısa vadede. Kısa vadeli olan, ayakta tutan olduğunda. Geriyedönüşsüzlük, "pişmanlık imkânı"ndan yoksun oluş'un acısı, tırmalayıcılığı da unutulmamalı. Kendini ve başkalarını araç eden, vicdanını da boğmak zorunda kalıyor zamanla, istisnayı kurala doğru çevirdiğinde, yani, yanlışlığı kavrayıp bir anlamaya, kişilik tahkimine çevirmedikçe. Tepkicilik kurallaştırıldığında, rahatlatlama sibobuna dönüştüğünde.

"Sen yaparsan ben de yaparım" diyene şunu diyeceğiz: Bu senin tercihinse, beklediğinse, istediğinse, yapamadan edemediğinse, yap, ama yapmadan önce, ve yaptıktan sonra bir düşün. Bir hareketimi hatalı görüyorsan, eleştirmelisin, karşı çıkmalısın. Karşı koymalısın. Olmuyorsa defterden silmelisin beni, def etmelisin, bizi, bunu yapanı, yapanları. En karşı çıktığın şeye sorunsuzca dalabiliyorsan, bazan bir yakıştırmayla, bazan da diyelim ki bilerek, görerek. Bu nasıl bir karşı çıkış, karşı koyuş? Bir de yanıldıysan, bu hukukla nasıl başkalarıyla hayat sürdürebilirsin? Bu güvensizliğin üzerine git, bunu yaşadığını hissettir, karşı tarafın hayatını esir alacağına kendi sorununu çözmeyi, birlikte aşmayı hedefle. Yok, öyle değil de karşı taraf seni sürekli geriyor, bildiğini okuyor, rencide ediyorsa, bir anlamı varsa karşı çık. İşlemiyorsa, işlemesi gerekiyorsa, bir yolu da bulunamıyorsa, ipleri kopar. Koparmak istemiyorsan, hayatını bir intikam projesine çevirme. "Sen gidersen ben de giderim. Sen alırsan ben de alırım. Sen söylersen ben de söylerim. Sen yaparsan ben de yaparım"ların yerine, kendin gibi yaşa. Hayatını zehir etme, kendine, kedine, insanlara, insanlığa.

Dik dur. Başkalarına misillemelerde bulunmanın alanı değil eylemenin alanı, kişiliğin, kültürün, geleneğin; bundan önce yapılmışların alanına yani geleneğe, göreneğe eleştirinin; insanla, insnlıkla buluşmanın, kavuşmanın çıkış noktasında bir yerlerde.

Kaba, çirkin, uyuşmuş, uyuşturulmuş, kindar, yırtıcı, kendisi için başkası ve başkasının dünyası olmayan çıkış noktalarının etiği, estetiği, hukuku yok. İnsan olmayı reddetmek ve insanın kültürünü savunmak diye birşey yok.

İntikam, misilleme isteği insani duyguların, itkilerin, dürtülerin, hattâ güdülerin eseri. Kırılmışlık, kırılganlık, kırılabilirlik halinden kim imtina edebilir ki? Çıkış, karşı tarafa takılıp kalmayı bir an bırakıp, ne yaptığımıza, yapabileceğimize, yapacağımıza bakabilmekte.

Hissetmek ayıp değil kini, öfkeyi, intikam duygusunu. Tepkiselliği yenebilmek, düşünebilmek, kendi ufkunu ve insanlığını genişletebilmek önemli olan. İnsan herşeyi kolay yenemiyor, kolay aşamıyor. Ama insanlık bu ve buralarda başlıyor.
Öğrenmeye, kavramaya, anlamaya açıklığımız bir öğrenilmeye açıklık alanı da oluşturuyor, bir kapı aralıyor. Başkalarına ders verici halimiz değil.
Sözü esirgememek, hakikatten kaçmamak gerek. Bu yanıbaşımızdakinin yeryüzündeki cehennemini kurmakla olacak iş değil, değil, değil.
("Sen yaparsan bende yaparım"da bir karşılıklılık vurgusu varken, "sen ne yaparsan ben de yaparım"da fazladan bir de gönüllülük vurgusu var, bu ayrımlarına girmek istemedim, şimdilik, Efendim.)

11 Şubat 2008 Pazartesi

Aşksızlık Üzerine

Ne yaptığını sevmekte, ne de hakikatini aramakta aydınımız. Metinleri metinlere bağlamakta. Ve bunu artık batılılardan da iyi yapmakta.

Aydınımızın alışık olmadığı telif eser, düşünen insan, ufku olan aydın, yerliliği majestelerinin doğulusu olarak görmeyen selamlı sabahlı, komşulu, dostlu, hatırlı gönüllü çilekâr.

Aşkı şehvetle karıştırdığndan savunur ya da yerin dibine batırır. Canıyla, şevkle, didinerek, aşkla yazmaz, okumaz.

Hatasızlığı sterildir hastane koridorları gibi. Hataları döküp saçıcı bir vandallıktandır.

Aydınımız en son ne zaman aşkla kalktı yatağından da bir iş yaptı?

Ne zaman tarhananın kokusunu içine çekti, okuğu zor metni söktüğünde eşini şapırdatarak öptü, ya da çayırlarda, kar yığınlarında debelendi, sokak köpekleriyle beraber koştu, antidepresan alan bir kızcağızı kahkahalarla güldürdü. Olmadığı gibi görünmek zorunda olduğunu düşünen delikanlıyı teselli etti. Hayatına kazandırdı.

Açık, apaçık, mantıklı konuşanımız çok. Kimseler dönüpte bakmıyor bile. Kekeleyen, heceleyen, ama hakikati sökmeye çalışan insan muteber halkın arasında. Neden? Neden? Hakikiliği, hakikat kaygısı mı? Hakiki bir ustanın, emektarın, zenaatçının yüzhatları mı? İçtenliğin yüze vurmasından mı? Kolaya kaçmama hala bir değer olduğundan mı? İnsanların arasına bir hançer gibi saplanmadığından mı?

İnsanlar hileleri, hurdaları, dertleri, zevkleri, delilikleri, saplantıları, hassasiyetleri, gönüllülükleri, onca uyanıklığın içinde şaşırtan diğerkamlıkları ile insan. Aydın, aynı renkleri, yalpalamaları, riskleri, risk alışları, tercih durumlarında kendini unutmayı bilmiyor. İnsanların gözlerine bakmasını, kardeşçe bir kenara sıkışabilmesini bilmiyor. Bakışlarında merhamet harelenmiyor. Umutla, umutsuzlukla, çaresizlikle, aşkla bakmıyor, bakamıyor.

Düşünen insana, karmakarışık fikirlerle boğuşup alanları alanlara, dünyaları dünyalara bağlayan insana kol kanat geriyor halk. Selamını alıyor, küçük hileleri ondan uzak tutuyor.

Aydın, gerçek aydının kurdu. 12 Eylül vicdan sahiplerini zındana tıktı tıkalı, vicdanın hapisanesinden kaçmak marifet bilindi. Düşünen, üreten, binbir emekle alanını ilerleten insanlar bir yeni vicdan patlamasına kadar kenarda, köşede ayakta kalmaya çırpınıyor, aşkla.

Ne zamana kadar? Herzaman dediğim gibi, dibe vurana kadar! Çare tükenmediğinden, tevazuyu yol edindiğinden, meşgul olduğundan, şerefli olduğundan, sabra teslim olduğundan, işini gücünü doğru dürüst yapmaktan başka bir şey düşünmediğinden itilen kakılan ve bunlara takılıp kalmayan aydın, aşka gelip ayağa kalkana kadar!

Dibe vurma zamanı yakındır.

İnsanlığı bile insanlıktan nasiplenmemişler savunmakta. Evrensel bir derdi olmayanlar üniversitede. Her aklı başında insanı bu ülkede yetişmemiştir sanmaya direnen insanlara bu ülkenin dili, geleneği, bilimi emanet.

Tartışmayı insaftan koparan, karşı tarafa itiraz hakkı vermeyi kafa karışıklığı sanan aşksızlar, insafın, vefanıni ölçünün, haddini bilmenin bu ülkeyi nasıl ayağa kaldıracağını bilemezler. İnsanı bilemezler.

İnsan, yanıbaşımızda olan. Hikayelerimizde gömülü olan. Düşmanına cömert olan Ali'de olan. Ömer'in hoşgörülüşünde yazılı olan.

Tartışma, itiraz, yanlışla yaşamamaya, yaşanmamasına davet. Ne artan tiraj, ne de şan şöhret konuşmaya başlayan insanların orataya koyduğu değerin yerini alabilir.

Hakikat aşkı, hakikatin herkese açıklığının insanların ayaklarının altına serilmesi.

İşte tennurem, işte derim, ister çiğne ister üzerinde tepin, sana derisiz, insan çıplaklığıyla konuşuyorum ey insan, bunu bana nasıl yaparsın? Ve öngörüleni sana nasıl yaparım? Biz kardeşiz. Kardeştik!

Tadında Bırakmak

Herşeyin bir sonu var.

Vazgeçemeyeceğimiz ne var? Vazgeçilemeyecek ne var? Kendimiz olmak mı? Onun da bir sonu var. Geriye kalan? Bizden kalan bir hikaye. O da arada bir yeniden toplanır toparlanır.

Evet, halâ aramızda yaşayan ölülerimiz var. Yol gösteriyor, soframıza karışıyor, şiirimize yol açıyorlar.

Evet, halâ aramızda yaşayan ama nerede olduğunu bilemediğimiz, her işimize geldiğinde itip kaktığımız uzaklaştırdıklarımız var.

Kalıcı olmak için kalıcı olmuyoruz, hakikî olduğumuz, hakikatli olduğumuz için.

Ebu Cehilden kalan ebucehilliğimiz. Ne olduğumuz.

İnsandan kalan, insanlığımız değil, imkânlarımız. Açılabileceğimiz derya. Bizi bekleyen sular.

Yaşarken bir imkâna fener olmak, bir çobana yıldız olmak gerek. Farkedilmesek de bir kenarda bulunabilmek gerek, bir arayana,bir sorana.

Kendi evinden, kendi hanenden, kendi topraklarından kovulmamak için zalim, duyarsız ve yutucu olmak gerek.

Yatak odasını aydınlatan bir sokak lambası çalışacakları uykusuz bırakır, çukuru aydınlatır, çamuru ortaya çıkarırken.

İnsanlara uzak durmak, avam eleştirisi bir elitizm değil, bir kaçış da.

Hayranı olduğumuz bilgelerin kaçına hayat hakkı tanırdık, yanımızda, yanıbaşımızda olsalardı? Önlerine bir bardak su koyar mıydık erinmeden, sırtlarını örter miydik? Başuçlarında bekler miydik? Onlar yemeden yer miydik? Yazdıklarını okur muyduk? Söylediklerini dinler miydik? Dinlediklerinde söyler miydik? İçlerine saman doldurup bir kenara koyar mıydık?

Ne olduklarını, kim oldukları bilmeyenlerin yanında daha rahat edebiliyor bir söyleyeceği olan insan. Sıradan bir insanı dinleyen sıradan bir insan.

Öğrencilerin, takipçilerin, izleyenlerin arasında nasıl yaşayabilir bir hakîm, pek anlayabilmiş değilim. Belki o kalabalığın arasında, içinde kaybolarak.

İnsansız olmaz. İnsanla da kolay olmaz.

Kalemi eline aldığında hadi kömürü getirme sırası sen de derler. Demezseler de, gönül der, vicdan der.

Yazacağımız en büyük şey, insanlıkla, insanlıktan. Boş zamanımızda, bize bırakılan zamanda, kimsenin esiri olmadığımız zamanlarda yazacağız. En yorgun halimizde, insanlığın bitap düştüğü anlarda. İşte o zaman yazdıklarımız yazıysa, söylediğimiz bir söyleyeceği olanın sözüyse, bir söz vermişlik, söz veriyorluksa bir olgunluktan, bir olgunluğu konuşuyoruz.

Kucağına tırmanmaya çalışan kediyi itme. Söze, hikmeti de olsa yazdığına ara ver. Kedinin de bir diyeceği var, tırmanışında bir hikmet var.

Okşa, halini hatırını sor, bir kaç cümle bırak unutulsun, kaybolsun.

Ama yeni bir işe başlarken, ucundan yakalamak üzereyken avamdan uzak dur. Arif ipin ucunu sana yakalayandır. Yakalatandır. Susmasını, uzak durmasını bilendir.

Bir söz söyleneceğinde ağzını açan, dinlendiğinde sırt dönen insanlara söz hakkı vermenin bir sonu olmalı. Sözünü imtihan edememekte, sınayamamaktasın. Bari kendi içinde sına.

İnsanlara öncelik vermelerin de bir sonu var bazan. Yaptığın iş, yapılacak iş de yarım bırakılmamalı. Artık her ne ise. Keyif için değilse ve hele bir keyif aşkına demir hep tavında tutuluyor ama şekillendirilemiyorsa.

İşini bitir. Çekici örse vur. Ocağı bekletme. Beklemeyeni bekletme, bekleyeni söndürerek.

10 Şubat 2008 Pazar

Kenardan Geçerken

Bana benzemeye başlayanları kara kara düşündüren bir şey var. Bir yerlere gelemeyecek miyiz? Hep itilip katılacak mıyız? Hiç rahata eremeyecek miyiz?

Ben rahat doğdum. Bir taşra soylusuydum. Bunda bir kendini küçük görme yok, düzeltmeye kalkışmayın. Soylu olan taşradır zaten. Bütün dünyada bu böyle.

Ayrıcalıklarım, kendimi küçük yaşta bir vatandaş olarak görebilmem, insanlardan gördüğüm saygı, en sevdiğim insanların hizmetliler, evlatlıklar, marabalar, ameleleler, işçiler, köylüler, yaşlılar, hastalar, sokak köpekleri, kedi yavruları, ağaçkakanlar olması. Gördüğüm sevgiye sevgiyle karşılık verebilmem, kendimi insanlarla, ağaçlarla, hayvanlarla eşit görmem, kullanabildiğim haklardan, ayrıcalıklardan, alınteriyle kazandığım farklılıklardan, hatta bazan fiziki anlamda daha fazla öne çıkabilmelerimden vesaire utanmalarım.

Çalışma, iş, alınteri, üretme, ekme, biçme beni çekerdi.Demirin şekil alışını, helvanın kıvam tutuşunu, tohumun çimlenişini, çeliğin filiz verişini, yumurtadan civciv çıkışını hayret ve hayranlıkla izlerdim.

Yapamayacağım yemek yoktu, yapılmasını izlemediğim yemek yoktu. Dövmesini bilmediğim demir, şekillendiremeyeceğim cam, kıvam veremeyeceğim çamur, çapalayıp kabartamayacağım toprak, peşime takamayacağım civcivler yoktu.

Mücellitleri seyrederdim. Ebru ustalarını. Görmemezlikten gelir, dikkatimi dağıtmazdı, aşçılar, tamirciler, köylüler, dokumacılar, oymacılar, hatta topuklara bezi kıstırıp gıcır gıcır rakseder gibi tahta silen evlatlıklar.

Hayvanları insan mı saydım? Evet, öyle sayardım. Bir zamanlar.

Yavrularını doyuran hayvanların; sütün peynir, yağ, ayran, katık oluşunun verdiği heyecan. Bülbüllerin konağı adacıklardan topladığımız gül yapraklarının gül şurubuna, yani bülbül şurubuna, reçele dönüşmesi.

Bana rahat batmadı. Rahattan rahatsız olmadım. Başkalarının çilesinden rahatsız oldum. Belki başlarda herkesin kendine göre bir mutluluğu, bir hayat zevki, özentisizliği olduğunu bilmiyordum. Etrafımdaki acının,çilenin kimseleri imrendirmeyebileceğini de.

Mutlu olabilmelerine bir şey diyemeyeceğim, ancak hasta olduklarında doktora gitmeyen, ölmeyi seçebilen, ölümden hoşnut insanları görebilmem belki halkı yeterince anlayamama da bir işaretti.

Şikayetçi olanlar da vardı. Gözü kimsenin sofrasında olmayan yoksul insanlar da.

Eşitlik, adalet, dayanışma dileğim bir ilerleme düşüncesini de içeriyordu.

Bugün bu kavramlar için kimseleri ikna etmeye gerek yok. Herkese sağlık hizmetlerine. Hayat standartlarına.

Bütün imkanlara rağmen, ölüm de var, ayrılık da, acı da, açlık da. Eski insanınmızın nevrotik olmayan yüzünü, selamını sabahını özlemiyor değilim.

Bir sürekli ilerleme beklentim yok, zevk, had, hudut, ölçü, dayanışma, insanlık, komşuluk, güleryüz, hasbıhal, hoşbeş etmek, sohbet, alınteriyle kazanç stabil bir toplum da gerektiriyor. En azından bir yanıyla.

Aydınımızda insanlık, hayat sevinci, rıza, saygı, incelik, sofra düzeni, misafirperverlik, had bilme, göründüğü gibi olma, hakederek kazanma gibi güzellikler göremiyorum. Uzak duruyorum.

Halkı savunduklarında dahi tanımıyorlar, sekreterleri zaten içeri bırakmaz. Bir “kenardan geçeyim yol sizin olsun”u canları sıkılınca söylediklerini sanmıyorum. Popüler kitch . Vücudu, seksapeli öne çıkaran ritmik. Entel olmayı garantileyen bir repertuarla denge. Konya develisiyle yaylanamazlar. Topuk vurarak oynamamışlardır Amman Şekeroğlana. Flamencoya özeniyorlardır muhakkak: Evlerinin Önü...

Şiirle, maniyle atışan köylüleri bilmezler. Kızıştıran, atışmayı körükleyen büyükleri bütün gün sabırla beklemeyi bilmemişlerdir. Atışmaları ömür boyunca akıllarında bırakacak bir yoğunluk ve aşkla izlememişlerdir.

Türklerin şiiri, hikayesi, sanatı yok diyen insanlar, şiirle kapışan köylüsü ya da kentlisi olan kaç halk olduğunu bilmezler. Müzik aletleri tarihini. Halk hikayelerinin dolaşımını.

İster artık memleketi savunsun, ister başka bir şey olalım kurtulalım desinler, ne derlerse desinler aydınlarımızdan zerre kada hoşlanamıyorum. Sevgisizler. Nevrotikler. Aşksızlar. Gerginler. Kapıları insaniyete kapalı. Selamsız sabahsızlar. Dayatmacılar. Eksiklerini, kusurlarını, cehaletlerini gizlemekte ustalar. Herşeyi bilmişliğin makamından konuşabilmekteler.

Binlerce anlamsız makale, binlerce açık, apaçık, akıcı yazı dolaşımda. Halka bir şey söylemiyor. İnsanlığa bir şey söylemiyor.

Hakikat karmaşık. Zor. İndirgenemez. Basite indirgenemez. Bu halk “Rahim Rahmetsiz olmaz"
der haline isyan edişiyle durulduğunda. Aydın diyemez. Halk onların zor, anlaşılmaz, kopuk, fragmentar konuşuyor dedikleri hatta düzeltmeye sadeleştirmeye kalktıkları Mevlanayı bağrına basar. Onların basitliklerini basmaz.

Bir cümlesini anlamalarının yettiği düşünürlerimizi azizleştirir halk. Pedagojik, didaktik olana sırtını döner.

Bu kültür, bir kültür. Derin, ince, serin duruşlu, ama sıcak kanlı cıvıl cıvıl bir kültür.

Bir çobandan öğreneceğim bir şey varsa, ki hep öğreneceğim bir şey olmuştur, akademik kariyer düşüneceğime yanına bağdaş kurdum. Akademi artık öğrenmeden vazgeçmiş.

O kitap bu kitaba bağlanıyor. O dipnot bu dipnota. Şık, ilginç ama anlamsız bir lafz.

Telif eser, düşünen insan itekleniyor kakalanıyor. Onların arasında işimiz ne?

Bize düşen kültürü ayakta tutmak, insanlığı, insanlık tecrübesini, bilgeliği.

Yeni Aydın potansiyel çanakkalekaçkını, çok bilmiş, fedakarlıkta bulunamayan, kısa sürede geleceği yerin hesabında bir aydın. Ne ahireti var, ne arafı. Ne Haktan, ne Halktan, ne de hakikatten ürküyor. Ürkmek? Korkmak? Evet bunlar cesur insanların işi. Utandırılmaktan korkmak, sahtekarlığımızın yüzümüze vurulmasından çekinmek; aceleye getirmişlikten, hakkı olanı hak edeni çiğnemişlikten, hakikati perdelemişlikten azap duymak.

Kimseler bize benzemekten korkmasın. Karşı durmak, karşı çıkmak, kendini imkansız, silahsız, parasız bırakabilecek adımları atmaktan çekinmemek, haklı olduğunu bilmek, yanılabilirliğini unutmamak, yanlışını görünce düzeltme ahlakına sahip olmak bir hayat işi hayat tecrübesi işi. Kendini kariyerden, paradan, namdan, şan ve şöhretten uzak tutacak sezgi binbir tesadüfle, bin bir şartın üstüste gelmesiyle oluşuyor. Yoksa ne yaparsak yapalım, yanılmamak, bir yerlere demir atmamak mümkün değil. Tecrübe böyle kazanılıyor.

Hayatın defalarca kopması, o kıyıdan bu kıyıya vuruş, o ülkeden bu ülkeye geçiş, binlerce kez yeni baştan başlayış her daim olacak, her insanın başına gelecek iş değil. Başa gelince çekmek, helak olmamak kolay mı? Ayakta duruyorsan, kendi meziyetlerinle değil çoğu kez, önüne çıkan bu olduğu için, böyle denk geldiği için, nasbin bu olduğu için duruyorsun. Her sınanmayı aşabilecek insan daha yaratılmadı. İnsanı büyük yapan, fani olduğunu bilmesi, tevazuyu yitirmemesi.

Ben meşhur olmamayı, kolay geçinmemeyi seçiyorum. Zorluğu sevdiğimden değil, her insan biraz rahat yüzü ister, istediği olur, en azından bazan. Zorluklara direnmeyi seviyorum, bir diyeceğim olduğunda, bir öğreneceğim olduğunda, bir savunacağım olduğunda, başka çarem olmadığında. Kolaya kaçmadığım için zoru seçiyorum. Yoksa her kolay, basit olan basite kaçmanın yolunda değil. Dostluk zor iş değil. Dost zor değil. Sevgili de. Anlamak da. Ama anlamaya karar vermek zor. Cehaleti yenmek çetin, kolayı yok işin.

Yani beceriksizliğimden değil yollarda oluşum. Reddebilecek kadar cesur oluşumdan. Başka bir gelecek, başka bir batıdan başka bir doğudan konuşulabileceğini bildiğimden.

Selamı sabahı olan insanların ülkesini araya araya geçecek ömür. Ne meşhur olacağız, ne de zengin, tüccar yazar, tüccar gazeteci. Susturan çoğulcu, batımerkezci doğucu, oryantal batıcı. Biz halkın aydını olacağız. Halk olmakta karar kılacağız. Onlar yazacak. Biz yaşayacağız. Saban süreceğiz. Karga kovalayacağız.

İnsanlığı yeniden kuracağız. Sessizce yunup kaldırılacağız. Güller içinde.

Tüm Zamanlar Ben de Deli Gibi Sevdim

Softalarımızın, samansesli modernlerimizin, berduş yazarlarımızın, aşksız değiştokuş yorgunlarının ne alıp veremediği var Mecnunlarımızla Mecnuneleremizle anlaması hiç de kolay değil.

Onların cennetleri de cehennemleri de azap. Azapları dikenden kayıp gülyaprağına düşme, gülyaprağından dikene yolalma.

Seven insan, bir an kendini unutan insan. Uzun bir an. Bazan ömür boyu. Kendini unutuşun derinleşmesine delilik de addediyoruz, dervişlik de. İşte burada karışıyor kavramların anlamlanma alanları. Kavram ve eğretileme.

Kendini biranlığına bile olsa başkasının, başka bir hayatın önüne koyamayan, bir başkasını farkedebilen, sezebilen, bir öncelik olarak düşünebilen bir hale takılıp kalarak, ona saplanarak da insanlaşılabiliyor.

Başkasının önceliğini hiç hissetmemiş insan da insan, aşka, aşkın hukukuna, aşıka saygılı bir insan olamaz mı? Olabiliyor. Onun aşkı da aşk. Aşka aşk. Bir çeşit metaaşk.

Mecnun aşkın kuramcısı değil, aşkın aşık’ı mı çogu kez farkında bile değil. Sadece aşkın işçisi, hamalı, yolcusu, terleyeni, taşıyanı, giyineni.

Aşkla giyinen insan kan ter de kokar, toz toprak da. Topraktaki tezek kokusunu dahi sever, toprağı seven, hayatı kısırlaştırıp dondurmayan insan. Mecnun gül fidanının çıtırtısını işitendir. Toztopraktan çıkanı hissedendir. Dünyayı görmez, ama yarin gül kokusunu, su kokusunu alır. Gerisi çöl. Gerisi dost. Gerisi yol.

Azapta gülümseyene deli denmez de ne denir?

Delilerle ne alıp veremediğin var ey insan?

Bırak seven delice sevsin. Unufak olursa olsun. Gözkulak ol. İhtiyacı olduğunda karşısına çık, seni göremediğinde karşısında işin ne?

Aşka homurdanacağına, aşığı çilesinde bırak, azabında bırak, deliliğinde bırak, yanında olanın elini tut. Çocuklarını kucağına al. Kedinin gönlünü al.

İnsan olmak, insan olmanın bir yanına saplanıp kalmak sana neden bu kadar yabancı?

Bak, güller geliyor, gül zamanı yakın..