29 Kasım 2011 Salı

Bir İntihal Daha Var: Nohutlu Güllaç

Bu yerdenbitme adam karşısında hangi karizma ezilmez, süklüm püklüm gezmez yav.

Memleketin en yakışıklı adamlarından birisi de bu velet.

Verdiğine de her birşeyi veriyo Mabud.

Güllaçgöbeğin resmi çalıntıdır. İzinsizdir. Yazı da onun karşısında çatırrr çatır çatlayanların fikirlerini intihaldir:)

Kariyer kapılarım açılır artık, işi öğrendik:)

22 Kasım 2011 Salı

Kenardan Geçmek

Kalp kenardadır.

Tevazu kenardan geçer.

"Aşk nerededir?" diyen, aşık görmemiştir hiç.

Gözü kenara ilişmemiştir.

Kenardan geçmek yolgeçen hanı yapmamaktır, yol etmemektir verimli toprağı, çiçeğe duran ağacı. Kapışmaya bulaşmamaktır.

Başkalarına bırakmak? Ne münasabet? Ancak bir ana çocuğunun bölünmesini, ortadan ikiye ayrılmasını göze almaz. Mesnevîyi okumayan bari Kafkas Tebeşir Dairesi'ni seyretmeyi akletse.

Kenardan geçme bazan sömürgeci tavrı reddetmedir, bazan bir balonu ufukta kaybolarak söndürme.

Sessiz, kimsesiz.

13 Kasım 2011 Pazar

Umutsuz

İnsanların umutlarını yitirmeleri, gelecek için çabalamaları, sabretmeleri, didinmelerinde de bir sönüş gibi görünse de, her zaman için öyle değil.

Ne yapsam nafile deyiş, bir insan ömründen hayatı okumaya çalışma işi de. Başkalarının tecrübesinden edinilen ezberden daha farklı bir yol izleyerek hakikatini bulan, kendisini sınayan bir duruş da umutsuzluk.

Umutsuz, ne yapsam boşuna der, ama, yine de der, teslim olmaz. Teslim olunmayacağa teslim olmaz. Elinden geleni yaparak yenilmek, çaresiz kalmak ister.

Sabun köpüğü gibi bir umuttan, hayatla sınanan, ama ufku insanlığın ufkuna dönüşememiş insanın karamsar emektarlığı daha umut verici. Aslolan gayreti, emeği hedefin garanti edilebilirliği üzerinden devreye sokmamak. Faal, düşünceli, sorumlu, sevecen, eleştirel, hoşgörülü, titiz olmayı gelecek tasarımının gerçekleşebilirliği üzerinden iç pazarlığa mevzu etmedikçe insan vasrın umutlu ya da umutsuz olsun.

Dünyadaki hayatımız kırıllgan bir zeminde, kaygan bir yolda ilerliyor. Umut ya da umutsuzluk bir çok anlamıyla, bir çok biçimiyle ve farklı farklı ahlaklarıyla karşımıza çıkıyorlar.

Karamsarlığın hayatı yutan, çevre hayatları söndüren bir karadeliğe dönüşmesi ise etraftaki hayatın, hayatların insanlara umut verememesi, bir ortaklık, dayanışma, anlaşılma, onaylanma, kabullenilme süreçlerinin işlememesi ile alâkalı.

İç karartıcı, egoist ve sığ iyimserliklerin dengelenmesinden farklı bir şey değil karamsar ideolojinin, karamsar ezberin hakikate çarpılması.

Hayatın bin bir halinin, insanın faniliğinde, herkesle ortak imkan ve imkansızlıklarımızda anlaşılır kılınması, herkes gibi insan, her hangi bir yerdeki insan olduğumuzu öğrenmemiz, paylaşmamız yeterli değil. Bunu hayata bakış, hayatlanma, yaşama gelenekleriyle, perspektifleriyle, ufuklarıyla da buluşturmamız gerek. İnsan oluşun nesiller içi olduğu kadar nesiller arası bir çaba olması, explicit tarih bilinciyle değil, yaşama sevinciyle, hayat tarzıyla aktarılmakak durumunda. Hiç bir yalnız neslin kendi başına çözemeyeceği bir sorun çözüm ve bakış tarzı geleneğinin eleştirel aktarımda olmasıyla mümkün.

İnsanın faniliği üzerine dayalı karamsarlık toplumsal dayanışmayla, toplumsal dayanışmanın bazı kurumsallaşmış halleriyle karşılanır. Ancak insan gene de fanidir. İnsan gene de kötü bir anlamı olmasa da, son tahlilde yalnızlıktır. İnsanî yalnızlık kötü bir şey de değildir. Sorumluluk, özgürlük bu yalnızlığın ifadeleridir. Yalnızlığın cehenneme dönüşmesinin önündeki engel de dayanışmadır.

İnsanlar bir birlerini unutabilir. İnsanlar kendilerini dahi unutabiliriler. Ne çaresizlik kötüdür tek başına, ne de her şeye bir çare bulunabileceği gayretliliği. Mesele, işe gelmeyecek sonuçlara katlanabilmektedir.

İnsanlık dünyasında umut dibe vurmuşsa yalnız aşk değil, insanlık da dibe vurmaktadır, bunun bireylerin umut umtsuzluk tecrübeleriyle alâkası yoktur.

Gayrısafi milli hasıladaki artışa inandırmak gibi şeyler değildir umut vermek. İnsanca bir hayat yaşıyabileceğine, bir değer taşıyacağına ve taşıdığına inandırmaktır insanı.

İkna edici bir söylem aramak, umudun ikna odalarını kurmak, ütopyasını iyi pazarlamak değildir yapılması gereken: Başkalarıyla birlikte hayatı hayat olarak görmektir, öncesi ve sonrası olan. Bizden çncesi ve sonrası olan bir zincirde özgürleşebilmektir.

Hayat can yakar. Hayat yürek hoplatır. Hayat iyi kokar. Kötü kokar.

Hayat güzel de şu işkencehaneden hiç çıkamayacağım gibi geliyor demişti bir arkadaşım. En kötüsünün başkalarına değil, bize gelmesini isterdik eskiden. Elimizdekinden, ayrıcalıktan utanmak istemezdik.

Kırıntıdan da güzel aş yapılır. gerisi biraz zevk sorunu. Elindekini çarçur eden gene sizin kapınızı çalar, elinizdekine göz koyar.

Elinizdeki ne olursa olsun, ama sizde biraz ihtimam olsun.

4 Ekim 2011 Salı

İnsan Aşkla Sınanır mı?

İnsan aşkla sınanır mı?

İnsan neyle sınanmaz ki? İnsan sınanmamakla bile sınanır! İnsan sınandıkça sınırlarını bulur, kendisine ve hayata nasıl bakılacağını bulur. İçinden başarıyla çıkılmış sınanma, varsa, ders çıkarılmış bir sınanmadır. Başarıyla içinden çıkılabilecek bir sınanma yoktur, bir başka anlamıyla.

Aşkla kazandığımız nedir?

Aşkta kendimizi kazanıyoruz belki. Ele geçirdiğimiz, geçiremediğimiz üzerinden düşünmüyorsak. Aşk, başkasının varlığını, önceliğini, onun açısından kendimize bakışı edinme imkanına açılmanın kapısı. Aşk toplumsallaşma olayının dışında düşünülemez!

Maşuk’u ele geçirme?

Sömürgeci bir eylem. Maşuk razı bile olsa, dünya razı değil diyelim: Dünyayı dümdüz etmeyi göze alan aşık değildir.

Maşuk da razı değilse?

Egoist, vandal, yağmacı olur kapıya dayanan, en hafif ifadeleri ile.

Aşk nasıl başlıyor? Hem şıpsevdiliği yeriyorsunuz, hatta ”insan bir insanı ya sever ya sevmez ömrü boyunca” diyorsunuz neredeyse, hem de ”aşık olun!” diyorsunuz?

Aşık olun, olabiliyorsanız! Aşk bir kapasite işi, emek işi, terbiye işi. Aşık, eskidiği iddia edilen kültürümüzde babayiğitlerden, ariflerden önde gelebilirdi…

Eskimedi mi?

Halt etmişler! Tabii ki eskimedi, eskimez. Bu dönem bir parantezdir. Eski tekrarlanacak anlamında değil, insanî hayatın hakikati ve hikmetine açıklık eskimez. Kitle kültürüne tapınanlar halt ediyorlar! İnsanın yetişmesi, nesilden nesile aktarım kanalları teşhirci bir telif ve eleştiri kültürüne gündelikçilik ile sağlanacak değil.

Madem maşuk ile karşılaşmadan aşık olunabiliyor maşuk’un rol ne?

Öyle bir şey demedim, ama, evet bu da söz konusu edilebilir (bugüne) eleştirel bir tavırdan.

Aşk nasıl başlıyor?

İnsan olmakla başlıyor!

"Aşık ol!" demek "insan ol!" demek yani?

Aynen!

Maşukta aşkı öğrenmiyorsak neyi öğreniyoruz?

Maşukun karşısına zaten aşık olarak çıkıyoruz. Aşık doğmaktan da bahsedebilirim ancak kelime anlamıyla ele alırsak aşık doğulmaz, yetişme işidir aşk da. Kavramıyla, kültürüyle, ihtimamıyla, bakışıyla, geleneğiyle, geçmiş tecrübeyle. Maşuk sayesinde kendimize bir başkasının gözüyle bakabiliyoruz. Sömürgeci bakıştan dagörülüyoruz ancak aşkta bir gönüllülük var öncelikle, bir de itiraz yok, itiraz öncelikli değil, ”hayır ben öyle değilim!” öncelikli değil, karşı tarafın ihtiyacı, duruşu, dünyasından bize bakışı olmasa da her daim, dünyaya bakışı kapıyoruz. Sömürgeci bakış doğrudan bir itiraz olarak gelecek tasarımımızı sunmamıza neden oluyor. Maşukun eşyaya, dünyaya, hayata, bana, bize bakışından bir bakışı, dünyayı yakalama halinde oluyoruz. Başkası şekilleniyor.

Neden Sartrenin ele aldığı sömürgeleştirerek bakan (algısal/duyusal) bakış değil de, maşukla çok az bir kısmı algısal olan bakış başkasına geçiş oluşturuyor?

Sartre çok önemli bir açılım yapıyor, rakip olması gereken bir bakış sunmuyorum. Fenomenolojinin tüm imkanlarını da bir kenara bırakarak konuşursak: Aşkta karşı tarafın benden talep ettiği, benden istediği, ihtiyacı, bakışı, anlayışı öne çıkıyor. Yanlış anlıyor, doğru anlıyor beni ama onun istediği talep ettiği olma, en azından ona cevap verme arzusunu duyuyorum. Bu itirazsız, ”hayır ben o değilim!”siz bir olay değil ki?

Sömürgeciyi öncelemiyoruz, ama maşuku önceliyoruz?

Evet. Ayakları yere sağlam basan aşık sömürgeciye de adam gibi bakabilir, sömürgeciliğine değil, unutulmuş kaynamış gitmiş başkalarının göremediği insanî yanlarına. Adam gibi bir bakış , insanî olanı uyandırabilir bazan, ama konunun dışında bırakalım. Bakan zaten bizim isteğimiz dieğimiz dışında bakıyor. O zaten karşımızda, ensemizde. Maşuk bize baksın istiyoruz.

Bakmasın da istediğimiz oluyor?

Mahcup aşık. Çalışan aşık, pasaklı aşık, fakir aşık, hasta aşık, mütevazı aşık, meşgul aşık, mesafeli aşık. Bakmasın, farketmesin isteği istediğimiz gibi görünemeyeceğimiz de olsa bazan, bazan ben o değilimden de olsa, sömürgeci karşısına çıkış değil.

Maşuk sömürgeci olamaz mı?

Aşık da sömürgeci olamaz mı? Herkes olur. Herkes ölür.

Maşukun öncelenmesinin önemi ne?

Bir başkası sana boyun eğdirmiyor. Sen selam veriyorsun. ”Arzun olur!” diyorsun. Fazla naz aşık usandırır doğru ama, naz’ın da sevimlisi sevimli geleni vardır. Bunlar da konu dışı. Maşuk, kendini zorlamaz, kaçmaya heveslidir çoğu kez. Haberi bile olmayabilir.

Aşıklar tavuskuşları gibi dolaşmıyor mu?

Gereksiz yerlerde kanat açıyorlar belki. Nükteli bir oyun da hayat oyunları, acıklı ve ölümcül bir burukluk işi değil. Teatral hiç değil. Tiyatrosu olsa fena olmaz ama. Aşık susmasını, konuşuyormuş gibi yapmasını bilir, öğrenir, öğretir. Bunlar önemli değil. Önemli olan aşığın ötekine verdiği önem.

Burada bir kapanma, takılma yok mu?

Var tabii. Ölçü kaçtı mı, plâk takıldı mı hakikatten kopuş da başlayabilir. Bir ölçüye kadar olması gerekendir üzerine eğilme, kapanma, ama.

Önünüze geleni sevin demeyişiniz bu yüzden mi?

Sevebiliyorsanız celladınız bile sevin. Bunu insanlık macerasının başında yaparsanız naif bir insanın anlaşılır ya da anlaşılamaz bir hareketi olarak görürler, bir arif yaparsa anlamaya çalışıp en azından işin hazır bir izahını ödünç alırlar.

Maşuk şart değil, dost yeterli. Ahbab yeterli. Maşuk dersiniz sömürge valisidir, karaktersizin tekidir. Dost dersiniz hem karşısındakini önceler hem de bunu nasıl yaptığını öğretiverir.

Maşuk sadece bir simge. Aşık abartsın. Maşuk kaderini fazla zorlamasın.

Zorlarsa ne olur?

Fazla şişen her şey patlar. Aşkı da fazla şişirmemek lazım. Aşk büyüktür ama her aşk o kadar büyük ve mucizevî gelmeyebilir dışardan bakana. Aşkın büyüklüğü gönüllülüğü, özverisi, ihtimamı, önceleyişi ve benzeri özelliklerindedir. Saplantıyı aşkla karıştırmamak için aşkın özgürleştirici yanlarını da görmek gerekir.

Yakan, eriten yanlarını da?

Tek başına sorunlu olabilecek olan bir bütünün diyalektiğinde farklı anlam ilişkileri, alâkaları kazanır

İnsan olmayı ”kimden” öğrendiniz?

Bir danadan, galiba! Birimiz evin, ötekimiz bahçenin bebeğiydik. İlk karşılaşmamızda birbirimizi inceledik. Sonraları da birbirimizi aradık. Farklı su içtiğimizi, farklı sevindiğimizi, annelerimizin hayata farklı yaklaştıklarını erken öğrendik. Su çeşmeden akmazsa ben içmiyordum. Çeşme açık olunca yalaktan o içemiyordu. Birbirimize yiyecek ikram edemiyorduk. O daha hızlı büyüyordu. Kıç atarak seviniyordu dışarı bıraktıklarında ona yetişemiyordum. Ama epeyce anlaşıyorduk. İlk arkadaşımdı. Daha kendi dillerimize hakim olamasak bile epeyce anlaşıyorduk. Herkes fizikî olarak kendisini dörtayaklılardan ayırt edebilir. Biz dünyalarımızın farkını ayırt etmeye başlamıştık. Sohbetlerimiz ve birbirimizin işlerine merakımızdan ne onun annesi memnundu, ne de anneannemlerin bahçesinde iş güçleri bizim için aksayan insanların. Satıldı sanırım. Musluk açıp yalağa su doldurmayı ona yardım için öğrendim. Bir kere becerebildim. Bir kaç kere suya düştüm, üstüm başım battı, kızılası bir şey olduğunu öğrendim, bir keresinde de çeşmenin kaidesi üzerime düştü, pres gibi, ölmedim, biraz ezilsem de kaçabildim. Kaide unufak oldu. Halâ durur çimentoyla yamanmış haliyle. Dana Kardeş kendisi yüzünden olduğunu düşünmüştü, bakışlarını unutmam imkânsız.

Hafıza bağlamla mı alakalanıyor?

Hayır sorumlulukla. Sorumsuzlarda hafıza sıfırdır! Ama en kötüsü geçmişi çıkarlarına göre yazanlardır.

Siz aşık mısınız?

Adam kıtlığında evet! Klasik anlamıyla sanırım hayır. Öncelikle dünya zor, kültürü yok, aşktan dem vuranlar aşksız, insan sabırsız, emeksiz, fersiz.

Aşık yiğitti sizce yanılmıyorsam?

Aşık insandır. Memleketimden insan manzaralarındaki gibi. Hepsidir. Çoğul özelliklerin hepsinin bir insan olma talebine, çırpınmasına entegre olmasıdır. Uzak da durur, kapışır da. Rıza olmayacağı istemenin kötü olmasından değildir zaten. Meşru olmayanı talep etmemedendir. Olmayacak meşru ise, olmayacağı istersin. En azından ne isteneceğini göstermiş olursun. Zulme isyan meşrudur. Bazan hakikate bile isyan meşrudur. Hakikatin hakiki olduğuna itiraz başka, olanın adil olmadığını haykırmak başka.

Aşığa korkak, sünepe, haz düşkünü de diyorlar. Gökten ateşi çalan da.

Aşıklıkta ne hikmet var?

Hikmetini sormuyorsun sevgili birşeylerin. Selamlıyorsun. Ve yoluna gidiyorsun.

Sizi sizin onu sevebileceğinden çok seven birisi oldu mu?

Özel hayat der cevap vermezdim ama, şöyle bir şey söyleyelim: Eğer bir insan başkalarından çok sevebilseydi, başkalarının hatalarının peşine düşmezdi. Karşısındakilerin işleri daha kolay olurdu. Başkaları ondan çok sevebilseydi, çok sevebilenlerin sorumlulukları daha ağır olurdu, vah onlaralık bir durum yani.

Özel soru yok?

Olsun ama, çöp tenekelerinden beslenmeye karar vermiş her kedi gibi önümüze döktüklerinin hesabını sormalarından da hoşlanmıyorum insanların. Biz zaten çöplüğkte ne ikram ediliyorsa, ne varsa, önümüze ne döktülerse onu kapışıyoruz diğer kedilerle.

30 Eylül 2011 Cuma

An'ı Değil Yanan Câm'ı Öper Aşık!

Aydınlık içimden geliyordu, doğudan değil.

Bir kere "hemen şimdi!" dedikten sonra vazgeçsem de hemenşimdilicilikten, yönümü aradım durdum hep.

Alçak mıyım, yüksek miyim; aşağıda mıyım, yukarıda mıyım bilemez oldum. Bilemez oldum sağım neresi, solum neresi. Güneşim nerede batıyor, nereden doğuyor?

Birisini öpmeden önce acılarını, acıyan yerini öpmeli insan, ulaşabilirse, aklına gelirse, oluşundan kaçmazsa.

Ey ayak sürüyen yanım, safram sanmaktaktaydım seni, azık çıkınımmışsın, yol gösterenimmişsin.

Yanardağların pırıltısına, kaynayan elmasa kapılmadım. Uçurumlarda patikalar buldum, dalgaların üzerinde kaydım, Zındanda dehlizler buldum, karanlıkta da gördüm.

Gün ışığı cama vuruyor. Gelmem Gün Işığı boğazım ağrıyor! Çok yorgunum! Şakaklarım zonkluyor!
Sana mucizeni göstermem mi gerek, her şey sadece içimden geldiği için öyle olsa bile?

"Her şey bana yansısa bile, vaktim yok bana dönene bakmaya!" dedi Güneş: Her şey, benim de sadece içimden geliyor! Seninle oynamak, kendiliğimden gelen bir şey. İçim karanlık. Karanlıklar patlıyor! Karanlığım patlıyor!

Peki Güneş, bekle, bir duş alayım! Giyinip geliyorum!

Traş falan olmayacaktım, olmuş olacağım, işitildiğinde olduğumun gerisinde kalacak söz.

Sözüm. Verilmiş sözüm.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Ailesiz Aşk Olmaz!

Hür, insiyatif sahibi, düşünen, demokrat, başkalarına değer veren insanın ailesiz bir toplumda/toplumsallıkta(*), insanlık geleneği aktarılmadan yetişebileceğini savunabilecek birileri kaldı mı bugün, bilemiyorum. Bugün olmasa da yarın totaliter, geleneksiz ve insanın tarihsel varlık olduğunu unutmaya gönüllü eğilimler karşımıza çıkacaktır.

Bugün de facto aile karşıtlığı totaliter bir söyleme karşıt olduğunu hayal eden, insanlığın tarihsel akışını bireysel hayatın akışı, tatmini, anlamlandırılması direktiflerinin gerçekleştirilmesi süreçlerinde unutuveren bir bireyci söylemden, popülerkültürel olmayınca olmaz listesinden kendisini ifade ediyor.

Kültürün nesillerarasılığının unutulması, kültürün bireysel olanı boğmasını nasıl engelleyebilir, anlaması veya açıklaması mümkün görünmüyor.

Bireyselliğin serpilip gelişmesi işleyen bir sosyalizasyona, özgürleşen bir bildirişime ve öznelerarası kurumlaşmış eleştirel alışverişe de işarettir.

Tarihsel perpektif ahistorik olarak temellendirilen bir moderniteyle, toplumların maddî manevî dinamikleri kitle kültürünün insani gerekirlik listesiyle değiş tokuş ediliyor.

Haz, tatmin, hız zahmetsizliğin ve emeksizliğin tüketici dünyasında yeniden tanımlanıyor.

Had, ölçü, tad(ında bırakabilirlik), öznelerarası temellenen zevk anlayışı yeniden  darmadağın ediliyor, dahi estetiğinden geri bir noktaya çekiliyor.

Cinsellik insanlararasılığından, insan oluşun dinamiklerinden, insanın tarihinden ve insanlık tarihinden sökülüp atılıyor, ya da tek başına güdü, iti, itki, paralel veri olarak baştacı ediliyor.

Çocuk yetiştirmek meşakkatli bir iş, zevkli olduğu kadar.  Bir insan oyun oynayarak, rollerle oynayarak, taklit ederek, değişik duruşları sınayarak yetişiyor. Kendisine lâzım olanlar kendi çevresinin, zamanının dışında geliştirilen şeyler de. Aile tek başına elbette yeterli değil onca aktarım için.

Bir dil topluluğuna ait oluş, o dilin tüm topluluklarına ait oluş değil. Bir dil oyununa hakimiyet tüm dil oyunlarına hakimiyet değil.

Dilin, davranışın, kalıpların, sembollerin gündeliği, pragmatiği ve çeşitli anlamlarıyla tarihsel uzanımları var.

Çocuk, aile içinde kendilerine benzeyeceklerini öğrenmiyor, tersine, işin farklılık yanını öğreniyor, bir insanın yetişmesini soyutlayabilirmişiz gibi konuşursak. Modelden çok karşı model hayatın belli bir döneminde yanıbaşındakiler. Kuralları, prensipleri, ilkeleri, argumanları an geliyor, yakınındakilerle hesaplaşmalarında, yüzleşmelerinde bir kendisi olarak ayağa kalkmak için kullanıyor çocuk.

Çeşitli aidiyetlerden kaçınarak değil, aidiyetlerin kodlarını içerden çözerek özgürleşiyoruz, yani ait olarak.

Hazcılık en azından faydacı versiyonunda tüm insanların mutluluğunun artırılmasını hedeflerdi, ya da toplam acıyı azaltmayı, şimdiki gibi dünyayı bir fetih ve keşif işine indirgemeden.

Kavramlar toplumsal ve tarihsel uzanımlarından koptukça, birey sanki kendisinden doğmuş gibi konuştukça, insan yağmasını tamamlamadan dünyadan gitmeyi yarımlık addettikçe işimiz kolay değil.

Kuluçka makinalarında dünyaya gelmişiz gibi konuşmaya başladık. Aşkın sadakat işi olduğunu, bir başkasının önünde eğilmeyi gerektirdiğini unuttuk. Aşkı cinsel vücutlaştırabilirlik, cinselliği haz, hazzı teknik sanıyoruz: Bir başkasının üzerine titremek, üzerine kapanmak, bir başkasıyla ruh derinlemesine bağ kurmak olduğunu artık farketmiyoruz bile.

Dil, davranış kalıpları, bakış ve alâka tarzları sanki bin bir emekle nesiller boyu kurulmuyor gibi geliyor yeni nesillere: Onlar sanki birey doğuyorlar, daha kişiselleşme, kişilik geliştirme süreçlerini bile yaşayamadan. O halde itiraz neye itiraz olabilir ki, kendi kişiselliklerine olmayacaksa, yani diğerleriyle ortak yanlarına olmayacaksa?

İtiraz o çok sevilen "ötekileştirme" karşıtlığı edebiyatına rağmen, ötekiliğin evine yöneliyor, yönelmekte. Eleştiri insanın kendisinde kaçıyor, kaçmakta.

Bireyselliğimiz yani başkalarından ayrıştığımızı yanlarımız, başkaları ile ortak olduğumuz yanlarımız ile birlikte/beraber gelişiyor. Kişiselliğin yapılarının arkasında okulun, bireyselliğin arkasında ailenin duruşu sadece bir karikatürden ibaret olsa da bizi vatandaş, bir yere ait yapan süreçler ile ayrı, farklı yapan süreçler birbirlerini gerektiren, içiçe girmiş süreçler, ayrıştırıp yalıtma mümkün olsaydı.

Ortak yanınız ne kadar zayıfsa, ayrışma noktalarınız da o kadar temelsiz oluyor maalesef.

İnsan olmak için onca çaba, insanlığı insanlık yolunda devam ettirmek için yapılan onca fedakarlık, yağmasını yapmadan dünyadan gitmeme ya da hazda aşağı kalmama duygusunun işi değil.

Dünya, hayat, insanlık, kendisi olmak zevkisiz işler değil elbette. Ama vazgeçme, kendisine sınır koyabilme, her şeyden payını alma çabasında olmama işi de.

İnsanların çırpınmalarını, çabalarını, fedakârlıklarını nasıl anlatacağız yeni hayatı tad, zevk, haz istiflemesi sanan yeni insanlara?

Devamlılığı, aktardığı olacaksa insanlığın dayanışma kültürü, paylaşma kültürü, fedâkarlıkları, çileleri göze alışları, uzun yollara çıkabilişleri de olacak.

________
(*) Burada yetim ve öksüzlerin de aileli bir toplumda, rol disposizyonlarının canlı olduğu toplumsallıkta yetiştiklerini hatırlatmakla yetineceğim. Yetimler ve öksüzler marjinal değiller, toplumsal dayanışmanın, yani toplumsallaşmanın eleştirel merkezindeler. Nasıl dilsizlik sanılan farklılık dile entegre ise, marjinal görülen veya olan, hattâ belli türde toplumsallaşmalardan kaçınabildiği oranda özel denilebilen hayat tarzları da toplumsal hayata entegre farklılıklarıyla ele alınabilirler.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Çölü Seçmek

Mecnunsa da deli mi adam neden çölü seçecek? Zaten bir ayağı çölde olmalı. Terk-i diyar'ın, alıp başını gitmenin adı çöl olmalı.

Kalsa başı belada. Kalmasa nerede kalacak? Her yer parsellenmiş. Onun yurdu, bunun yırdu, onun evi, bunun evi, onun toprağı, bunun toprağı.

Çölü kapışan yoktu evvel. Çölde yol kavgaları, durak kavgaları, kaynak kavgaları az biraz süregitse de.

Çöldeki mecnuna yine de herkesin ihtiyacı olur. Yollarını kaybettiklerinde; azıklarını, develerini kaybettiklerinde. Mecnuna ilişilmemesi, ona insanların işi düşebileceği için de.

Tahtını bırakıp da yola düşen padişah neyi arar? Tahtını sanırım. Bahtını? Evet onu da.

Mecnun çölde Leylayı neden arasın? İçindeki tırmalayan altüst oluşu gezdirip avutmada.

Rahatı kaçmış bir insan içindeki bunaltıyı havalandırmakta, ayaklarını yormakta, zihninin yetişemeyeceği hızda huzur bulur gibi olmakta.

İlk sesli siyah beyaz Leyla ile Mecnun çeşitlemelerinden birisindeki ceylanlara vurulmuştum, küçüklüğümde. Mecnun bana dünyanın en güzel yerinde gibi gelmişti. Dostların arasında. Güneşin sofrasında. Özgür. Uzakta. Antalya çöllerinde -şimdi oralara kumsal, plaj falan diyorlar- yalnayak dolaşıp sınamıştım mecnunluğu, ceylanların ayaklarının neden yanmadığı beni bilim hayatına taşımış olmalı o yıllarda. Mesela, yani. Ayaklarımdaki yanmayı hissedecek kadar ayıktım.

Mecnun da ayık. Hatırlatmayacak yere gitmiyor ki. Ona da hatırlatmayan yerler yakıcı gelmiş olmalı. Ceylanlar ortak dostlar idiyse. Ceylanın gördüğünü görmek, elinden su içirenle ceylanla sudayken buluşmak şiirin bilmece, bulmaca, şifreleme, kodlama olmadığı zamanların işi.

Yarin elinden su içenle vahada aynı suyu içmek, aynı suyu öpmek, ayışığı altında bir dünyadalık şimdinin hakikat pestillerinin dünyası değil.

Alıp başını gitmek, ayak altından çekilmek, deli gönlü yol ile avutmak bir mecnununu bile tutamayan halka bırakılan yas, utanç, acı. Mecnunu giden yer, bereketi kaçmış yer idi eskiden. Yollara düşülürdü, gideni getirmek için. Giden deliyse, doluysa, oturduğu yerde avunamıyorsa, içindeki deryayı gölgede avutamıyorsa.

Çocukluğumun Osmancığında kaybolan delilerimizi, aşıklarımızı, dertlilerimizi, masumlarımızı aramaktan perişan olurdu halk. Onun için benim bir memleketim var Ey Talip!

Mecnunun çölde gezinişi gündüz gözüyse, dalgınlıktandır. Gündüz dolaşan, nasıl çölün güzel gözleriyle yoldaşlık edebilir ki?

"Başım alıp hangi yere gideyim, vardığım yerlerde buldu dert beni" derse Erenler, gidişin kaçış olmadığını biliştendir: Kaçan kim?

"İllallah!" eden ne dertten kaçar, ne de kurtuluşa. Uykusuzluktan, huzursuzluktan, hafakan bastığından. Yeni belalarda, acımayan ya da diş bilemeyen acımalar ya da diş bilemelerde kaderine açılır. Çemberi kırar.

Mecnunu çöle düşüren de kim? Leyla mı, dünya mı, dar edilen hayat mı?

Bir hayal kırıklığı olmasa, ait olduğuna ait olmadığını düşündürmese hayat insanın yolda işi ne?

Yolda aidiyetin, hapishanen seni bulur asıl Ey Talip! Güllerle beze aidiyetini, hapishaneni, derdini.

Bülbülün ölümü düğün dernek aleme. Şeddat'ın has bahçesinin hüznüne dayanamadı rüzgâr! Uzaktan yeryüzü cennetini sildi süpürdü derler, inanma! Sen denilen denilmeyene inan da önce, bir hakikatin olsun da, sonra ahkam kes dur hakikatin has bahçelerine dair!

Aşktan ve Gariplikten konuşamıyorsan, sus, dinle bülbülü kim kanar!


(Her zamanki gibi online yazıldı, düzeltilmedi, iyi geceler arkadaşlar, yoruldum çölünüzden, ilinizden, elinizden yav:))

20 Eylül 2011 Salı

Kendisini Seçmek

İnsan kendisini seçse ne olur? Yapacakları varsa, insanlık için bir sözü, emeği, tavrı önemliyse kendince ya da başkalarınca, insanın kendi hayatını alıp gitmesine sıcak bakabiliyoruz da.

Bugün en eleştirel akılların bile aklına getiremediği bir kavram var: Ötekisi. Hem de ukalaca "ötekilik" ve "ötekileşme" kavramımsılarını ağızlarında pelesenk ettikleri halde.

Ötekisi, ötekileştirilenle kendisini anladığında insan, kendi farklılığının, biricikliğinin avukatlığını yapmakta sadece. Hem kavramla vurgulanan bu değil, hem de öteki ile yüz yüze, göz göze, kalp kalbe oluş bu değil.

"Birlikte oluş" kendi ihtiyacının buyruklarıyla tanımlandığında karşı taraf sadece bir araç. Ötekileştirilmekten yakınan, ötekisinin sömürge valisi çoğu kez.

İnsanın kendisini, kendi yapacağını, kendi yolunu seçmesi kötü bir şey olmak zorunda değil, bu kendisi oluş sosyalize bir kendisi oluş ise.

Yalnızlık, dünyayı yalnız bırakıştan da ibaret çoğu kez. Dünyayı gören aydın/insan yanındaki hayatın, bakışın, anlayışın ufkun farkında değil.

Evini arayan yalnızlıkla, evinden kaçan yalnızlık aynı şeyler değil. Evden kaçış kendi başına olumsuz bir şey olmasa da, ev zulmü veya baskıyı değil de başkalarıyla birlikteliği simgeledikçe evsiz kalmışlığın içini boşaltan bir yönelim.

Kendisini seçmiş bir insanı seçmek kendi gerçekleşmesini seçmiş bir insanı seçmişlik, kader arkadaşlığı değil çoğu kez. Bir bencilliğe gölge olmak, omuz vermek, kapı açmak.

Bencillik, başkalarının bencilliği ile karşı karşıya gelerek kendisini gözden geçirebilir mi bilemiyorum. Bencil karşı karşıya gelişlerden de kaçmanın ustasıdır çoğu kez.

Ustalık dedim. Başkaları ne kadar silik ise birisi için, başkaları ne kadar kendi işine yaradığı, işine geldiği kadarsa o kadar usta acemiliğinde.

Aynada yüzünü gören, başkalarının gözünün içine bakmışlardan değil artık.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Birisini Seçtiğinde

Birisini seçtiğinde, seçiminin arkasında durabilecek kadar omurgalı olduğunu kabul etmen gerek.

Seçimin ne kadar özgür olup olmadığı gelecek zamanları da kapsadığında istisnasız her seçim her daim tartışmalı olacaktır.

Tercihi yaptığın an, gün başka seçenekler de belirebilecektir. Seçimi bitiremediysen, adeta her gün seçimde bulunacaksın. Karşındakine her gün her an seçilmekte, imtihanda, kapıönünde olduğunu hissettireceksin.

Seçim dramatiği, seçim eziyeti neden sürekli yaşatılma zorundadır hayat ortaklarına pek anlayabilenlerden değilim.

Evin çocuğu okulun, sokağın en akıllı uslusu, beceriklisi, şirini olmak zorunda değil. Benim gibi bir kocakafa bile evine gittiğinde evin oğlusu. Hayatı güzeldir, değildir ayrı konu. Bir gün daha iyisini bulduklarında kapı önüne konmayacak olmak iyi bir duygu.

Öylesine bir değiş tokuş furyasında ki insanlar, savunmak zorunda kaldıkları hayat tarzının sürekli rekabet gerektirdiğini, hastalık, tökezleme, eskime halinde hurda insan malzemesi muamelesi görmeyi onayladıklarının farkında değiller.

Birisini seçiyorsam dünyanın en akıllısı, beceriklisi, güzeli, şirini olmak zorunda değil. Mümkün olsaydı da, meselâ hangi okulu bitirdiğini, maaşının kaç olduğunu bile bilmeseydim diyebileceklerdenim, siz bana bakmayın. Bazı şeyleri isterseniz kurcalayın. Ama dünyanın en şirinini, başarılısını, önü açığını seçseniz bile rüzgâr nun için de ters yönden esecek bir gün.

Bir arkadaşım bir kıza evlenme teklif edecekti. Yıllar önce. Abi dedi, evlenme teklif edeceğim ama bu bir "impuls" mu, yoksa gerçekten ben bu kızı seviyor muyum? Beni, duygumu, tavrımı, seçimimi sına!

Çaresizlikte insan çareyi kolay buluyor sanırım. Dedim ki: "Kızı nikah masasına oturt!". "Oturttum Abi!" dedi.
"Şimdi merdivenden aşağı yuvarla!"
"Yuvarladım abi! Yalnız ben mi itecem, kendisi mi düşecek anlayamadım?"
"Tabii ki kendisi düşecek, hiç beklemediğin anda, Kaçık Herif!"
"Peki Abi, düştüğü gözümün önünde. Yuvarlandı."
"Şimdi, artık bir daha yürüyemeyecek. Belki de konuşamayacak doğrudan. Çocuklarınız olmayacak. Hayatı yatakta geçecek.
"Tamam Abi, ama bazan tekerlekli sandalye ya da tekerlekli yatak ile taraçaya falan çıkarabiliyor muyum?"
"Çıkart, sana izin!"
"Sağol Abi!"
"Peki şimdi kaçmak mı istedin, hemen yanına koşmak mı?"
"Yanına koşmak Abi!"
"Halâ o senin için vazgeçilmez, en birinci, hayat boyu yanına koşacağın birisi mi?"
"Evet Abi yav, ver elini öpeyim, ben gidiyom, evlenme teklif etmeye!"

Ve gitti. Kız sormuş, "tamam da nasıl emin olabiliyorsun?" demiş. İlk evliliğe doğal bakmayan kuşaktılar sanırım, kendilerini rasyonel seçim öznesi sanan ilk kuşak...

Çocuk da ona demiş ki: "Seni merdivenden yuvarladım, yuvarlanmış hayal ettim ve bunu daha düşünür düşünmez hayat boytu yanından ayrılmak istemeyeceğimi düşündüm!" Kızın gözleri dolmuş tabii.

Çocuk süklüm püklüm geldi. Ne oldu dedim sırıtarak: Çok duygulandı: "Beni bir sen sevdin. Ama, seninle evlenemem, taşınacağım, bir başkasının teklifini kabul ettim bile!" demiş.

"Seni sevmiyor muymuş?" dedim.
"Seviyo Abi! Ha Abi merdivenden yuvarlamayı kendi icadım gibi anlattım."
Gülümsedim.

Başka bir zaman sordu. Ona bakıp bakamayacağını, öyle bir olay mevzubahis olsaydı. Dedim ki, ilk elde kaçıp gitmek geçmediğine göre içinden tercihinin arkasındasın. Ama usanırdın kaza geçirmeseydi bile. Kaçmayı düşününen belki tek yanında kalabilecek olabilirdi. Öyle ya da böyle, hayat hep başka şeyler gösterir, ama sadakat duygun, kararının arkasında durur gibiliğin güzel meziyetler, en azından kağıt üzerinde. Gülüştük. Evet Abi, "usanırdım" dedi, "merdivenden yuvarlanmadan önce bu konuyu kaşısaydın!"

Aslında hiç de belli olmazdı. Sadece kendim için şunu düşünmüşümdür hep: Başkalarının yanlışlarını yapmamaya bağışıklıkla doğmadın. İpin ucunu salma. Bana olmaz, ben satılmam da deme, başkaları bunu hakederek doğmuyor. Bir insan sana emanet olacak sadece. Kararı, doğrusu, yanlışı kendisinin ne beklentisiyle ne de beklentinle zorla hayatı. Tevazuyla, günlük gayretle, insalığı elden bırakmayarak, sürekli çare aramayı, çaresiz kalmayı göze alarak hale rıza göster. Yani tevazu içinde diren, inat et, çarpış, kapış gerektiğinde, ama emanet, emanettir unutma! Kendini başkalarını sınamak için emanet etme. Hayatta her sınavı, sınanmayı geçecek insan az çıkar. Hatta hiç çıkmaz. Hayata meydan okuma! Haksızlığa meydan oku! Zulme meydan oku! Haksızlığa meydan oku! Kazan ya da kaybet, at üstünde, yol üstünde öl!

Birisini seçmiş de olabiliriz, birisi üzerimize kalmış da olabilir, yani bize öyle gelebilir, durumu onayladığımızda tercih artık bizim. İstisnalar? Size ne istisnalar bulurum neler, ama burada istisna olmayan haller önemli, boşverelim istisnayı.

Bir insanı seçmişsiniz. Sürekli itip kakmanın ne anlamı var? Ortak noktalar bulmak için kapışmanız, anlaşmazlıklardan tüymemenizi konu edinmiyorum, dikkat edin, karşınızdakini sürekli yeniden yeniden yeniden seçiyor gibi halinizden bahsediyorum.

Meleşecek, koklaşacak mevzu her insanla bulunabilir mi bilemiyorum. Ama hayat arkadaşınızı rasyonel seçim öznesi gibi ya da değil, kendiniz seçtiğiniz de dahi muhabbetten bir oda açamıyorsanız sorun tercihte değil. Tek sorun tercihte değil. Bin bir bileşende.

Hayat tarzlarımızda geleneğin herkese hazır kalıplarını yarım insan ömründe keşfederek, yazarak bozarak, çizerek, birbirimizin çivilerini çıkararak yola salan bir yan var gibi.

Ne eskileri eleştirmek çok bilmişlik işi, ne de hayat tarzlarının gelenekleşmesi, nesillerce işlenmesi karşı koymamız gereken bir şey.

Beraber hayatın ontogenetik'i ile filogenetik'i yani bir insan hayatı boyunca ve toplumlarda kök salış tarihleri boyunca ele almamız ne zamandan beri entellektüel bir proje olmak durumunda kaldı diye düşünüyorum. Taş devri insanlarının becerebildikleri aktarımları çocuklarımıza sunamadan, tecrübe birikimlerini dolaşıma sokamadan çekip gitmemiz gerektiği gibi bir duygunun içinde yüzleşip duracağız: Gerçekten seviyor muyum? Kazık mı yedim? Kazık mı attım?

Eskiler için kuruntu olan, yeniler için itici güç gibi. hayatlarımız içinde yaşadığımız insanlıktan koparıldıkça, yolundukça.

Birisini seçmek demek, onu seçilme seçilmeme derdinden de çekip almak demek. Eskiler için görgüsüzlük olan bugün modern ise, ilkelliği moderniteye ikame ediyoruz demektir.

Başka bir anlamıyla insan diyebilir ki: Her gün hergün seni seçiyorum. Sana mahkum değilim. Sen benim hayat ortağımsın. Her halinle seçiyorum.

Yürümeyen, yürümez arkadaşlar! Yürüyecek de yürümüyor böyle:)

17 Eylül 2011 Cumartesi

Birisini Seçmek

(Yazı çok aksıyor, hiç düzeltilmedi, kısaltarak yazdığımdan bazı kısımlar çelişkili gibi görünüyor, okurken bütününden belki bir şey çıkar. Elden geçirmem lazım. sadece bir hatırlama notu olarak düşünülmeli)

Birisini seçmek dar anlamıyla sevgi işi değil, kalbinin sesini dinlemenin ifadesi hiç değil. "Sevgili"nin mevzubahis olması dahi bazı kriterlerden, önceliklerden yola çıkmamıza, dünyayı dümdüz etme hakkımızın olmadığını görmeye engel değil.

Seçim sevgisizlerin seçimi de değil, insanların tercihleri kalpsizlik işi olsa da çoğu kez.

Aşkı, sevgiyi bazan dönüşümlü kavramlar olarak kullanıyorum. Tanımlarını bir ölçüde boş bırakmam zorunlu gibi. Sevgi diyorum, aşk diyorum bazan ortada somutlaştırılmış hedef yok, hedef olmadığı halde şıpsevdilik de yok.

Bir insanı seçmek aşk veya sevgi işi değil çoğu kez de ondan demeyeceğim. Diğer insanlara yükümlülüklerimiz, sorumluluklarımız önemsizdir, aklı ve mantığı çağırmak gereksizdir demediğim gibi.

Tersine, gereklidir! Hesabın kitabın da insanî, aşkı besleyen yanı vardır, insanın kanını donduran yanları da.

Sevgi dolu bir insan şıpsevdi değildir. Hesap, kitap, beklentiyle işi olmaz; hesabı kitabı varsa başkalarıyla bir aradalığın unutulmamışlığıdır, unutulmamışlığındandır. Aşık fetihçi, kapkaççı olmamıştır aşk tarihi boyunca.

An gelir, dünyaya karşı koymak, meydan okumak, rezil olmak, vezir olmak, kepaze olmak elzemdir.

An gelir, kenardan geçilir.

Aşık maşuğun nedim(es)i, nikâh şahidi falan değildir. Kenardan geçiş, uzak duruş hoşgörü ve serbestlik kelebekliği değildir. Başkasını düşünme, insanlık üzerine titreme, insan gibi yaşama ve yaşatmaya rüyalarından kurban verebilmektir.

Aşık dünyayı çiğnemez, insanı itip kakarak yoluna varmaz. Yolunun son'u zaten sevdiği, maşuk değildir. Yol üzeri, yol kenarı, git gide sönen bir çıkış noktasına da dönüşür.

Aklın aşka üstünlük kurması aşkı ezmeden olduğunda, aşkı feda etmediğinde vicdan kanamaz.

Aşkın akla galip gelmesi de insan oluşu, komşulu oluşu, halk veya başkaları içinde oluşu ezmediğinde bencillik işi olmaz.

Aşık kenardan geçse de, alıp sevdiğini dağa çıksa da insanlık bayrağıyla yola çıkar.

İnsanlık yoksa, başkaları içinde oluş yoksa, aşk dünyasında vatandaşlık yoksa aşık yoluna tükürülesi birisidir arkada bıraktıkları için.

Taşlanmayı göze almayan aşık ise dosdoğru değildir! Derisini selam verdiğinin elinde bırakmayı göze almayan hayatın pamuğunu atmak için yola çıkmaz.

Her şey doğru anlaşılma, takdir edilme, edilmeme üzerine kurulmaz. Aşkın da meşruiyet gerekçeleri, iddiaları, temelleri vardır. Erbabı bilir. Deriyi cesede örter. İrfanın, maarifin zerafeti buradadır.

Üzerine tükürülen toprak parçası ziyarete dönüştüğünde anlayış geçmişe yönelik değildir. İnsanlığın yolunu bulmuşluğundandır. Yeni hallere körlük ise kuraldandır.

Maşuğun kimi seçtiğini pek konuşmadım. Zamanla ele alırız. Aşık için maşuğun rahatı seçmesi aşka hakaret değildir çoğu kez. aşık'ın itirazı dünyaya, dünyanın haline itirazdır. Bizi insan yapan şartların insanlık dışı oluşuna vurgudur. Olmaması gerekene vurguyla zulüm ihtiyarlatılmaktadır. Aşık, başka bir dünya daha yokken onun yolcusudur!

Aşığın itirazlı, itirazsız gidişi, kapıya dayanışı ya da uzak duruşu aşk mantığı diyebileceğimiz kolay anlaşılamaz bir diyalektiğin hareketleridir de.

Kimi aşık insanlığı tuttuğu eli savunarak ayakta tutar, kimisi el bile tutmayarak. Aşk bir dengeler tarihinin, itirazlar tarihinin, aşıktan aşık'a selam göndermeler tarihinin ifadesidir de.

Aşık'ın ezbere kuralları, idealleri, ikeleri yoktur: Aşık hiç bir şeyin işlemeyebileceği bir ucu açıklıkta hayatı, insanı, toplumu hakikati içinde kabul eder, hakikatsizliği içinde reddeder. Aşık dünyaya, insana, komşusuna sadakat içerisinde isyan eder. Bilgisi yoktur, hikmete açılmış kapısı vardır. Praksis, fronesis, sürekli hakikatle düzeliş, rıza içinde itiraz kurama ancak katkı sunar. Kuramın valisi, egemeni, hakimi olmamanın yolundadır aşık.

Sevgi ve Aşk için sevgi ve aşkın terbiyesi, doğru düzgün bir sosyalizasyon, başka insanları önceleyebilecek bir hal gereklidir.

Sevginin gelip kendisine dokunmasını bekleyen sevgiyi seçmez, sevgiye sabretmez. İşine geleceği bekleyiş olmasa da.

Sevgi sevgi kapısı açar mı? Evet, evet, kesinlikle açabilir, mümkün. Kendisini seveni sevmek de bir büyüklenme işidir, yalnız. Aşık ise fanidir, küçüktür, bir sızıntıdır, esintidir.

Aşık kimseyi ezmeden, çiğnemeden olur ya maşuğun elini tutabilirse aşkı çiğnememiş olur da, hayatı hayat olur mu olmaz mı bize de bağlı. Aşık aşkı somutluğun alanında göğüslerse imtihan olan bizleriz. Toplumsal dayanışmadır aşktan çok imtihan edilen. Somut aşk, el ele insanlar, aşkın sınanmasının kapısını açmazlar.

Somut aşk bir uygulamadır, yorumdur, eldeki malzemeyle evi inşadır. Zemin, dünya, etraf, eldekilerle bir kavram inşa edilmez, hakikati olan bir kavrama sadık yaşanır. Kılavuz, hayatı selamlayıştır.

Ezberleri yoktur Aşıkların. Hafızaları toplumsal hafızanın dilinin hafızası olsa da.

Maşuk değildir mantıkla aşkı sepetleyen her daim. Aşık da kâh akıllıdır, kâh delidir. Meydan da okur, meydana çıkmadığı dahi olur. Aşık'ın aklı aşk-akıl savaşının aklı değildir. Dünyanın, dünyadalığın, gelip geçiciliğin, geriye bırakılabilcek olanın aklıdır, aşkıdır.

Bir insan bir insanı seçtiğinde, en son aşk test edilir. Ey Talip!

Sevmeyi Bilmek

Sevgi'li oluş dünyada oluşun kavranmışlığı, hazmedilmişliği üzerinde kurulu. Başkalarının varlığını, önceliklerini kendi ihtiyaçlarını aşan bir duruştan öncelemek işi sevgiyle bakış; sevgiden bakış, yaklaşış, dokunuş.

Sevgi beğenme, sahip olmak için çıldırma, yapışma, yol kesme işi değil. Kimsenin beğenmediğini, beğenmeyeceğini de sever seven, herkesin beğendiğini, beğeneceğini de. Sevgi beğenme beğenmeme meselesine bağımlı değil.

Sevgide yol açma, arkasından su dökme de var, sahiplenme kadar.

Sevgi, sevdiğimiz insanlara, sevgi nesnelerine yönelik ama onların ürünü veya bağımlısı değil. Sevgi sevilme veya sevilmeme talebinde de değil. (Sevmeyi bilmeyenin sevmesi, sevmemeyi kepaze edenin sevmemesi de hoş olmaz gerçi.)

23 Ağustos 2011 Salı

Bloglar Uyurken

Bloglarım 1.1.2012 tarihine kadar kapalıdır.

O tarihe kadar tamamen kapatıp kapatmayacağıma karar vereceğim.

"Blog dünyası"nda açık bir diskur olmadığı, kendini gösterme ihtiyacının öne geçtiği, tartışma ve gerekçeleme geleneğine karşı bir hayat tarzı oluştuğu, anlamanın anlaşma olduğu sezgisinin kaybedildiği düşüncesindeyim.

Siyasî otorite tarafından kitle iletişim araçlarının söndürülmesi ve eleştiri kurumunun bloglara kayması ile  düşüncenin ve ifadenin öznelleşmesine, öznelerarası kurumsallığını yitirmeye başlamasına daha açık olarak şahit oluyoruz.

Akademik araştırmaların hızlandırılması,  sonuca yönelik politikaların öncelenmesi, tartışma platformlarının bireysel ifade ve söz hakkı platformlarında atomize edilmesi bireyi de tutan bir platformun çöküşüne yol açmaktadır. İnsan ve demokrasi tehdit altındadır.

Gerekçeleme, daha iyi gerekçeleri arama, hakikatin ya da daha güçlü gerekçelerin ışığında değerlendirme geleneğinin karşısına tartışılamaz addelilen bireysel ifadelerin (onay ve sırt dönme ritüalleriyle) konulması halinde anlaşma gerçeklik, geçerlilik ve hakikat iddialarının öznelerarası hareketi dışlanır.

Sansürün tartışma kültürünü reddetmiş, ifadeyi ve gerekçelemeyi sadece bireysel bir özgürlüğe dönüştürmüş "kurtulmuşçuluk"tan ve kitlekütürü demokrasisinin atomize olmakta olan haklılık iddiaları karşısında tarafsız bireyinden daha çok hasar vereceğini düşünmüyorum.

Sansüre karşı çıkış intersubjektif/öznelerası tarşıma kültürünün ifadesi olmadıkça, gerçek anlamıyla özgürleştirici (emancipatory) bir tutum olamayacaktır.

Sansüre karşı çıkanların kültürsüzlüğün, yani insanlığın ortak ifade ve davranış zeminlerinin yitirilmişliği üzerine kurulmuş hatta  imal edilmiş hayat tarzlarının insanî olanı yıkıcılığına karşı çıkışı sansüre karşı çıkışa dahi önceliyorum!

Güçlenmekte olan blog kültüründe demokrasi ve öznelerarasılığın zeminin kaydığını toplumsal alışverişin deforme oluşunun ifade bulduğunu görüyorum.

Varolan blog kültürü sebep değil, sonuçtur. Bireysellik ve kişisellik biririnden kopmakta toplumsal anlam dünyasını ve dayanışmada (tartışmada, alışverişte) şekilleniş imkanlarını yitirmektedir.

Şimdilik susup düşüneceğiz. Rahatsızlık duymaktayız. Önce ayaklarımızı yere basacak, insanların arasına karışacak, söz'e geri döneceğiz. Gerisini şu anda bilmiyorum.

Ne yaparsam yapayım, bir çıkış reçetesi bulduğumdan değil, içimi en rahat ettiren tarza yüzümü çevirdiğimden olacaktır.

Bizi eleştirmiş, bir argümanla karşı çıkmış, yok etme yada yere göğe koyamama dışında birşeyler yapmış insanların çabasını güçlendirmekle başlayacağımdan eminim.

Kültürel ifade kümesin tek horozu veya en dayanılmaz tavuğu olma meselesi değildir. Sorumluluktur, ortak zeminde ifadeyi bulma, sözü açıkta tutma işidir. Demokrasi kendilerini sunan tavuskuşları değil toplumsallaşmış aydın, ortak davranış zeminlerinin manipülasyondan uzak tutulmasını gerektiriyor.

Blog yazarları eleştiri, tartışma, dayanışma kültürüne dönüşün imkanlarını aramalıdırlar! Dünyadaki toplumsal kültür kaybının dengelenmesinin ilk işaretlerini beklemeden, demokratik kültürün öncülüğüne kalkışarak?

Aşağılık duygusu, sinmişlik, itip kakıcılık mı, insanlıkta öncü olmak mı? Kararınızı izleyeceğiz ey insan!

Biz siz ne yaparsanız yapmayacağız. İyi bir şeyler yaptığınızda yanınızda olacağız!

...

Evet, bu "konjunktürde" devam edersek sadece düzeltilmiş yazılar tutulacak, yeni yazı eklenmeyecektir.

Yorumbilgisi'ni "nöbetçi blog" olarak bırakıyorum. Orada da fazla yazı tutmayacağız.  Arkadaşların o an neyle uğraştığımı görebilmeleri ve arayabilecekleri fazla uğraştırmamak içindir sadece.

Orada da, olabildiğince, meslekî bir dili tercih edeceğim.

Madem anlama anlaşma olmadan çıkarılıyor yeni hayatta, itirazda kalacağız, mümkün olduğunca blogsuz!

Çalışacağız, insanların arasında olacağız, konuşacağız, işin köküne balta vuracağız!

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Yeni Aşk Değil, Aşk, Gerçekten Aşk!


Aşk varsa içinde var. Aşk senin bakışında var. Aşk senin bekleyişinde var. Aşk elimize geçecek olanda değil, geçmeyecek olanda var.

Aşkın eşiği bir başkasının önünde eğiliş: Tek başına olmayışın, başkalarıyla beraber oluşun, başkalarıyla beraber oluşta oluşun selâmlanması.

Sömürge ordusu neferliğinin önünde eğilirsen, kırılan, yıkılan, yarıda bırakılan bir başkasının önceliğine verilen selâm. Başkası ne aşkla geliyor, ne de aşkla gidiyor. Aşk sensin. Yani aşk sende, senden.

Aşkın yolunu bulamaması, senin kendini bulamaman. Aşkın karşılık buluşu bir selamın alınışı ile başlar. Selamın alınışı karşılık değil, duvarda bir kapı açılışı, paslı kilidin içerden dönüşü, taş kapının açılışı, ahşabın gıcırdayışı. Sana verilen ses, geri dönen yankı. Yankı dokunmuş sestir, varolanın dokusuna, ilk haberdir.

Yeni bir aşk yok. Yeni bir macera var belki. Bazan yarım, çeyrek, binde bir aşk bile değil onca aşk sanılan. Aşk gelmez, aşkla gelinir. Aşk gitmez, aşık gider. Aşk kabuğuna çekilir.

Bin aşk olmaz. Birkaç aşk bile olmaz. Aşk bölünmez. İnsanın bir aşkı vardır. Ona da layık olan, layık olunan ile açılır insan, insanlığı ile açılacaksa: Yani olgunlukla, olgunlaşılarak . İnsanlığın açılışı ile açılmak, başkalarının içinde kendini bulmak işidir.

Aşk itilme kakılmaların içinde de serpilir, gelişir. Bir eksiklik olarak. Bir açık, bir acı, bir yara olarak. İnsanlıktan itiliş içerisinde. Reddediliş, yerle yeksan edliş içerisinde. Aşk itlip kakılmaya da varoluşun bir itirazı, direnişidir. İtilme kakılma, hor görülme daha çok insanın çivisini çıkarsa da, eksiği görüş insanı da çıkarır.

Önünde eğildiğin, senin önünde eğilen olduğunda dahi aşkın dünyasına vatandaş olmuş sayılmazsınız. Dünyanın da sizin önünüzde eğildiği yoksa. Dünyaya selamınız, aşkla selam, aşkla alışveriş bu yüzden ne bir fetih, ne ele geçirme, ne de kendini teslim etme: İhtimamı, ihtimamla bakışı, birbirinin sırtını örtüşü, kusurlarını kapatışı, yanlıştan yağma çıkarmamayı çağırış, bir başka makamdan söyleyiş, o makamı bilinir kılış.

Aşka teslim oluş, intikamdan, öfkeden, hatta bir anlamıyla adaletten yani kısasa kısas adaletinden karşılıksızlık ahlakına geçiş de. Adaleti bırakmıyorsun. Adaleti adalette bırakıyorsun. Kendi sorumluluklarına dönüyorsun. Kendi sorumluluklarında boğulma, hatadan ders çıkaran için söz konusu değil. Girdaba atla, boğulmazsan kurtulursun, doğru, ama çağrı bu değil, çağrı burada değil. Boğulmayı göze alanı takıntılı görmeyeceksin. Girdapta dönene el uzatırsan kapılırsın belki. Seyredersen, kurtuluşu da seyredersin, boğuluşu seyeredebilecek oluşun kadar.

Ağır olan bir zulme nesne olma ihtimali değil, zalim olma, zulme nesne oluşturmadır. Zulme olan istidatından anlayış çıksa bile bir gün, anlayıştan çıkarış da çıkar. Yani zulme özne oluştan çıkarsın ama, zulme nesne oluşun ruhundan çıkışları başkalarının ömür  meselesidir. Onların kararlarının ve hayatlarının aşkla bakan öznesi olamazsın.

İnsanın nesne veya özne oluşu dilbilimsel, analitik bir konum, birbirinden kopuk oluş halleri değil. Aşka nesne oluş, edişteki nesne halinden şikayetçi olamaz, en azından her daim, zulme nesne oluşun nesnesi ise şikayetçidir, en azından, çoğu kez. Öteki, başkası, öbürü itici kakıcı bir dünyanın kavramları değiller. Perspektif, perspektifler bütünü değil.

Aşk kapıyı çaldığında, insanlığın, oluşun, hakikatin kapını çalıyordur. Ufkunda değişen bir şey yoksa, tepeden tırnağa dönüşmüyorsan, geriye hep buruk bir tad, öfke, kin haset, intikam duygusu kalıyorsa kapını aşk çalmamakta. Aşk mecazi olmayan anlamıyla kapı da çalmaz zaten. Aşk kapındır Kardeş.

Kapında birisi var, hayat var, kuş var, rüzgar var, sevgi var, zulüm var, cıvıltı var, serzeniş var farkediyorsan yeterince açıksın zaten.

Kuzunu arıyorsan ya çayıra bakacaksın, yada  kebapçının fırınına. Aşkı arıyorsan, kendine bakacaksın ve ne kadar oluşuna açık olduğuna.

Aşk zaten her daim yenidir, tazedir, diridir. Bakmayınca solan bir bahçede fidandır Aşık. Kuraklık da göğüslenir, dolu ve sel de. Ayakta duruş kök, toprak, dal ve yaprak, bir uzanış, rüya, doğa ister. Ayakta duruş, başkalarının ayakta duruşunu da ister.

Aşkın dünya talebi de vardır, her gün yeni bir şey söyleme talebi de. Bu yüzden.


23 Temmuz 2011 Cumartesi

Adam Olamayan Aşık Olamaz, Aşık Olamayan Adam Olamaz!

Aşkı haketmek, aşıklığı haketmeden sonra gelir.

Aşkın aşığa dönüşü, oluşun tevazuya dönüşüdür de.

Aşkın aşığa dönüşü, maşuktan gelen bir hareket değildir.

Kendine saygının, kendisini ayaklar altına alabilişten geçmesidir.

Bir tevazu olarak saygıdır, kendine saygı.

İnsanın kendisine saygısı, artık kendisinden ibaret olmayışın kapı aralamasıdır.

Başkalarına olan bitenle, başkalarının kaderleriyle kardeşlik kuruşun kapısıdır aşk.

Ne adam olarak yola çıkarsın, ne de aşık olarak adamlıktan ibaret olursun. Aşk da adamlık da ömür ister, karar ister, başka türlüsünü yapamazlık ister.

Gerisi kader, kısmet ama bir o kadar da emek, çırpınma, kibri lağıma dökme, burun sürtme; yanlış ile yaşamayı yani yanlıştan öğrenmeyi öğrenme; başkalarını öncelemenin silikleştirmediğini, alçaltmadığını, yükseltmediğini ama insanın kendisine giden yol olduğunu farketme işi.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Dibi Delik Kapta Gül Kuruttum, Herkes Söyler Ben Unuttum

Hakikati (olur ya!) söylediğinizde sırtaranda aşıklık istidadı yoktur. (Mızıkdanan başka, naz maşuğun işidir de, yine başıma iş çıkardım yaz yaz bitmez, off).

Zorla güzellik olmaz. Ama zor O ise, güzellik de gerekiyorsa, kapışacaksınız. Ta ki ya o değişecek, ya da yollarınız ayrılacak.

Sizin değişmeniz de değişmemeniz de hatalıdır hevesli aşık'ın gözünde. Oysa siz: "Bu yol uzun, çetrefilli, dinle, ciddiye al, sonra kendi bildiğini oku. Buradakileri kendine zorlama. Ama zorlanma da. Gönlünden geçen bu değilse, bunu yapma!" diyebilirsiniz.

O, bitmiş binayı yıkıp yenisini kurmayı önerecektir. Malzeme sapla saman da olsa, zamanınız varsa, eliniz mecbursa, yıkın, sapla samana karışın. Karışın ama bu kez daha iyisini görüp de yıktırmışlıktan yeniyi yıkmak ister. Yine yıkın. Öylesini de böylesini de yapma gücünüz, bilginiz varsa, yapıp bozun.

Ummadığınız taş baş yarar. Ama ham ervahtan bir şey çıkmaz. pişmek, Pişmişin yanında pişmekten ibaret değil, nasıl pişildiğini de görmek. Kendini geliştirmek erkan işi. Somun pehlivanı hangi ayağa dalarsa dalsın karşısında bir karşılama vardır. hatadan da öğrenilir. Fırsat bulunursa. Uçaktan atlayacaksan, şansını zorlamayacaksın.

Geri dönüşsüz işlerde bildiğini okuyan ukaladır. Nefesini tüketen hoplayan zıplayan değil. Bazı mesleklerde bırakırsın düşer. Damdan düşmekten beter düşüşler vardır, düşüşe bırakmak evladır. Öyle düşüşler vardır ki, kılına zarar gelmez ama bırakamazsın. O düşüşü biliyorsan, uyaracaksın.

Çocuklar düşe kalka büyür. İp cambazı düşe kalka büyüyemez. En azından ip cambazlığında.

Seni esir eden sana esir sanar daha da isyan eder tecrübene. Mimar sensin, köle de sensin. Patronun harcı karan. Ne desen nafile. Dinletemezsen, ısrarda mecbursun, ukala kölenin çıkışı zordur. Hele seni esir alan, senin tecrübeni dayatma görürse.

Ne esarete düşme diyebilirim, ki düşülür. Ne de kaç kurtul diyebilirim. Kaçıp kurtulamazsın, yollar kesilmişken. İsyan da edemezsin, salgın bir hastalıkta iyileşseler seni otelde yakacak birilerinin tabibisindir. Ne yapsan bir kulp bulacaklardır. Doğrusuna direndiklerinde, inat edeceksin bazan, bazan da edemeyeceksin. Ettiğinde, dediğin olsa bile, demediğini bilemezler ki. Zahmeti büyük sayarlar zahmetle kazanılandan.

Sizi dinleyen size öğretir, ilk atlayışını yapan paraşütçünün tecrübeli meselekdaşı iseniz.

Hayat artık herkesin kendi hayatı. Bir artı bir. Ve bir sürü bir artı birlerin birbirine artılanması. Ne doğru var ne eğri var üzerinde itiraz edebileceğimiz, farklılaşabileceğimiz. Hayat bir deney. Dünyaya salınıyorlar kozadan çıkanlar. Üzerine tartışılır bir doğru eğrisi yoksa insanların, bir dertleri olmalı. O dert de hoptirinam bir dertse, kardeşim otur oturduğun yerde, herşeye burnunu sokma, Mahkumsan,  elin mecburi adın mahkum.

İnsanlık okulunda, nelerle karşılaşmadıkları değil, seninle karşılaştıklarına takar kazara aynı yıkıntının altında kaldıkların. Aynı çığın altında hemhal oldukların.

Oduncunun çınar altında kalmış ayağını keserek kurtarırsan, kendine şahit arama. Adam senden şikayetçi olmadan, halâ müteşekkirken kaç, ödül bekleme.

Ne kedinin kuyruğunu keserek kurtar ölümden, ne yangında yanlış kapı kırıp başını belaya sok, eğer müteşekkir olacağını bekliyorsan birilerinin.

Kendisinden hep şikayetçi karısını boşamaya kalkışmış da Nasreddin Hoca "yakışır mı sana, kırk yıllık karını boşamak demişler".

Onu kendiniz gibi bir beladan da kurtarsanız nafile.

İnsan olmak, dersini almak, yine almak, yine yine almak demek. Dersininizi kimlerden alacaksınız peki? Tabii ki dersini almamışlardan, alamayacaklardan.

Efendim.