24 Eylül 2011 Cumartesi

Ailesiz Aşk Olmaz!

Hür, insiyatif sahibi, düşünen, demokrat, başkalarına değer veren insanın ailesiz bir toplumda/toplumsallıkta(*), insanlık geleneği aktarılmadan yetişebileceğini savunabilecek birileri kaldı mı bugün, bilemiyorum. Bugün olmasa da yarın totaliter, geleneksiz ve insanın tarihsel varlık olduğunu unutmaya gönüllü eğilimler karşımıza çıkacaktır.

Bugün de facto aile karşıtlığı totaliter bir söyleme karşıt olduğunu hayal eden, insanlığın tarihsel akışını bireysel hayatın akışı, tatmini, anlamlandırılması direktiflerinin gerçekleştirilmesi süreçlerinde unutuveren bir bireyci söylemden, popülerkültürel olmayınca olmaz listesinden kendisini ifade ediyor.

Kültürün nesillerarasılığının unutulması, kültürün bireysel olanı boğmasını nasıl engelleyebilir, anlaması veya açıklaması mümkün görünmüyor.

Bireyselliğin serpilip gelişmesi işleyen bir sosyalizasyona, özgürleşen bir bildirişime ve öznelerarası kurumlaşmış eleştirel alışverişe de işarettir.

Tarihsel perpektif ahistorik olarak temellendirilen bir moderniteyle, toplumların maddî manevî dinamikleri kitle kültürünün insani gerekirlik listesiyle değiş tokuş ediliyor.

Haz, tatmin, hız zahmetsizliğin ve emeksizliğin tüketici dünyasında yeniden tanımlanıyor.

Had, ölçü, tad(ında bırakabilirlik), öznelerarası temellenen zevk anlayışı yeniden  darmadağın ediliyor, dahi estetiğinden geri bir noktaya çekiliyor.

Cinsellik insanlararasılığından, insan oluşun dinamiklerinden, insanın tarihinden ve insanlık tarihinden sökülüp atılıyor, ya da tek başına güdü, iti, itki, paralel veri olarak baştacı ediliyor.

Çocuk yetiştirmek meşakkatli bir iş, zevkli olduğu kadar.  Bir insan oyun oynayarak, rollerle oynayarak, taklit ederek, değişik duruşları sınayarak yetişiyor. Kendisine lâzım olanlar kendi çevresinin, zamanının dışında geliştirilen şeyler de. Aile tek başına elbette yeterli değil onca aktarım için.

Bir dil topluluğuna ait oluş, o dilin tüm topluluklarına ait oluş değil. Bir dil oyununa hakimiyet tüm dil oyunlarına hakimiyet değil.

Dilin, davranışın, kalıpların, sembollerin gündeliği, pragmatiği ve çeşitli anlamlarıyla tarihsel uzanımları var.

Çocuk, aile içinde kendilerine benzeyeceklerini öğrenmiyor, tersine, işin farklılık yanını öğreniyor, bir insanın yetişmesini soyutlayabilirmişiz gibi konuşursak. Modelden çok karşı model hayatın belli bir döneminde yanıbaşındakiler. Kuralları, prensipleri, ilkeleri, argumanları an geliyor, yakınındakilerle hesaplaşmalarında, yüzleşmelerinde bir kendisi olarak ayağa kalkmak için kullanıyor çocuk.

Çeşitli aidiyetlerden kaçınarak değil, aidiyetlerin kodlarını içerden çözerek özgürleşiyoruz, yani ait olarak.

Hazcılık en azından faydacı versiyonunda tüm insanların mutluluğunun artırılmasını hedeflerdi, ya da toplam acıyı azaltmayı, şimdiki gibi dünyayı bir fetih ve keşif işine indirgemeden.

Kavramlar toplumsal ve tarihsel uzanımlarından koptukça, birey sanki kendisinden doğmuş gibi konuştukça, insan yağmasını tamamlamadan dünyadan gitmeyi yarımlık addettikçe işimiz kolay değil.

Kuluçka makinalarında dünyaya gelmişiz gibi konuşmaya başladık. Aşkın sadakat işi olduğunu, bir başkasının önünde eğilmeyi gerektirdiğini unuttuk. Aşkı cinsel vücutlaştırabilirlik, cinselliği haz, hazzı teknik sanıyoruz: Bir başkasının üzerine titremek, üzerine kapanmak, bir başkasıyla ruh derinlemesine bağ kurmak olduğunu artık farketmiyoruz bile.

Dil, davranış kalıpları, bakış ve alâka tarzları sanki bin bir emekle nesiller boyu kurulmuyor gibi geliyor yeni nesillere: Onlar sanki birey doğuyorlar, daha kişiselleşme, kişilik geliştirme süreçlerini bile yaşayamadan. O halde itiraz neye itiraz olabilir ki, kendi kişiselliklerine olmayacaksa, yani diğerleriyle ortak yanlarına olmayacaksa?

İtiraz o çok sevilen "ötekileştirme" karşıtlığı edebiyatına rağmen, ötekiliğin evine yöneliyor, yönelmekte. Eleştiri insanın kendisinde kaçıyor, kaçmakta.

Bireyselliğimiz yani başkalarından ayrıştığımızı yanlarımız, başkaları ile ortak olduğumuz yanlarımız ile birlikte/beraber gelişiyor. Kişiselliğin yapılarının arkasında okulun, bireyselliğin arkasında ailenin duruşu sadece bir karikatürden ibaret olsa da bizi vatandaş, bir yere ait yapan süreçler ile ayrı, farklı yapan süreçler birbirlerini gerektiren, içiçe girmiş süreçler, ayrıştırıp yalıtma mümkün olsaydı.

Ortak yanınız ne kadar zayıfsa, ayrışma noktalarınız da o kadar temelsiz oluyor maalesef.

İnsan olmak için onca çaba, insanlığı insanlık yolunda devam ettirmek için yapılan onca fedakarlık, yağmasını yapmadan dünyadan gitmeme ya da hazda aşağı kalmama duygusunun işi değil.

Dünya, hayat, insanlık, kendisi olmak zevkisiz işler değil elbette. Ama vazgeçme, kendisine sınır koyabilme, her şeyden payını alma çabasında olmama işi de.

İnsanların çırpınmalarını, çabalarını, fedakârlıklarını nasıl anlatacağız yeni hayatı tad, zevk, haz istiflemesi sanan yeni insanlara?

Devamlılığı, aktardığı olacaksa insanlığın dayanışma kültürü, paylaşma kültürü, fedâkarlıkları, çileleri göze alışları, uzun yollara çıkabilişleri de olacak.

________
(*) Burada yetim ve öksüzlerin de aileli bir toplumda, rol disposizyonlarının canlı olduğu toplumsallıkta yetiştiklerini hatırlatmakla yetineceğim. Yetimler ve öksüzler marjinal değiller, toplumsal dayanışmanın, yani toplumsallaşmanın eleştirel merkezindeler. Nasıl dilsizlik sanılan farklılık dile entegre ise, marjinal görülen veya olan, hattâ belli türde toplumsallaşmalardan kaçınabildiği oranda özel denilebilen hayat tarzları da toplumsal hayata entegre farklılıklarıyla ele alınabilirler.