10 Şubat 2008 Pazar

Kenardan Geçerken

Bana benzemeye başlayanları kara kara düşündüren bir şey var. Bir yerlere gelemeyecek miyiz? Hep itilip katılacak mıyız? Hiç rahata eremeyecek miyiz?

Ben rahat doğdum. Bir taşra soylusuydum. Bunda bir kendini küçük görme yok, düzeltmeye kalkışmayın. Soylu olan taşradır zaten. Bütün dünyada bu böyle.

Ayrıcalıklarım, kendimi küçük yaşta bir vatandaş olarak görebilmem, insanlardan gördüğüm saygı, en sevdiğim insanların hizmetliler, evlatlıklar, marabalar, ameleleler, işçiler, köylüler, yaşlılar, hastalar, sokak köpekleri, kedi yavruları, ağaçkakanlar olması. Gördüğüm sevgiye sevgiyle karşılık verebilmem, kendimi insanlarla, ağaçlarla, hayvanlarla eşit görmem, kullanabildiğim haklardan, ayrıcalıklardan, alınteriyle kazandığım farklılıklardan, hatta bazan fiziki anlamda daha fazla öne çıkabilmelerimden vesaire utanmalarım.

Çalışma, iş, alınteri, üretme, ekme, biçme beni çekerdi.Demirin şekil alışını, helvanın kıvam tutuşunu, tohumun çimlenişini, çeliğin filiz verişini, yumurtadan civciv çıkışını hayret ve hayranlıkla izlerdim.

Yapamayacağım yemek yoktu, yapılmasını izlemediğim yemek yoktu. Dövmesini bilmediğim demir, şekillendiremeyeceğim cam, kıvam veremeyeceğim çamur, çapalayıp kabartamayacağım toprak, peşime takamayacağım civcivler yoktu.

Mücellitleri seyrederdim. Ebru ustalarını. Görmemezlikten gelir, dikkatimi dağıtmazdı, aşçılar, tamirciler, köylüler, dokumacılar, oymacılar, hatta topuklara bezi kıstırıp gıcır gıcır rakseder gibi tahta silen evlatlıklar.

Hayvanları insan mı saydım? Evet, öyle sayardım. Bir zamanlar.

Yavrularını doyuran hayvanların; sütün peynir, yağ, ayran, katık oluşunun verdiği heyecan. Bülbüllerin konağı adacıklardan topladığımız gül yapraklarının gül şurubuna, yani bülbül şurubuna, reçele dönüşmesi.

Bana rahat batmadı. Rahattan rahatsız olmadım. Başkalarının çilesinden rahatsız oldum. Belki başlarda herkesin kendine göre bir mutluluğu, bir hayat zevki, özentisizliği olduğunu bilmiyordum. Etrafımdaki acının,çilenin kimseleri imrendirmeyebileceğini de.

Mutlu olabilmelerine bir şey diyemeyeceğim, ancak hasta olduklarında doktora gitmeyen, ölmeyi seçebilen, ölümden hoşnut insanları görebilmem belki halkı yeterince anlayamama da bir işaretti.

Şikayetçi olanlar da vardı. Gözü kimsenin sofrasında olmayan yoksul insanlar da.

Eşitlik, adalet, dayanışma dileğim bir ilerleme düşüncesini de içeriyordu.

Bugün bu kavramlar için kimseleri ikna etmeye gerek yok. Herkese sağlık hizmetlerine. Hayat standartlarına.

Bütün imkanlara rağmen, ölüm de var, ayrılık da, acı da, açlık da. Eski insanınmızın nevrotik olmayan yüzünü, selamını sabahını özlemiyor değilim.

Bir sürekli ilerleme beklentim yok, zevk, had, hudut, ölçü, dayanışma, insanlık, komşuluk, güleryüz, hasbıhal, hoşbeş etmek, sohbet, alınteriyle kazanç stabil bir toplum da gerektiriyor. En azından bir yanıyla.

Aydınımızda insanlık, hayat sevinci, rıza, saygı, incelik, sofra düzeni, misafirperverlik, had bilme, göründüğü gibi olma, hakederek kazanma gibi güzellikler göremiyorum. Uzak duruyorum.

Halkı savunduklarında dahi tanımıyorlar, sekreterleri zaten içeri bırakmaz. Bir “kenardan geçeyim yol sizin olsun”u canları sıkılınca söylediklerini sanmıyorum. Popüler kitch . Vücudu, seksapeli öne çıkaran ritmik. Entel olmayı garantileyen bir repertuarla denge. Konya develisiyle yaylanamazlar. Topuk vurarak oynamamışlardır Amman Şekeroğlana. Flamencoya özeniyorlardır muhakkak: Evlerinin Önü...

Şiirle, maniyle atışan köylüleri bilmezler. Kızıştıran, atışmayı körükleyen büyükleri bütün gün sabırla beklemeyi bilmemişlerdir. Atışmaları ömür boyunca akıllarında bırakacak bir yoğunluk ve aşkla izlememişlerdir.

Türklerin şiiri, hikayesi, sanatı yok diyen insanlar, şiirle kapışan köylüsü ya da kentlisi olan kaç halk olduğunu bilmezler. Müzik aletleri tarihini. Halk hikayelerinin dolaşımını.

İster artık memleketi savunsun, ister başka bir şey olalım kurtulalım desinler, ne derlerse desinler aydınlarımızdan zerre kada hoşlanamıyorum. Sevgisizler. Nevrotikler. Aşksızlar. Gerginler. Kapıları insaniyete kapalı. Selamsız sabahsızlar. Dayatmacılar. Eksiklerini, kusurlarını, cehaletlerini gizlemekte ustalar. Herşeyi bilmişliğin makamından konuşabilmekteler.

Binlerce anlamsız makale, binlerce açık, apaçık, akıcı yazı dolaşımda. Halka bir şey söylemiyor. İnsanlığa bir şey söylemiyor.

Hakikat karmaşık. Zor. İndirgenemez. Basite indirgenemez. Bu halk “Rahim Rahmetsiz olmaz"
der haline isyan edişiyle durulduğunda. Aydın diyemez. Halk onların zor, anlaşılmaz, kopuk, fragmentar konuşuyor dedikleri hatta düzeltmeye sadeleştirmeye kalktıkları Mevlanayı bağrına basar. Onların basitliklerini basmaz.

Bir cümlesini anlamalarının yettiği düşünürlerimizi azizleştirir halk. Pedagojik, didaktik olana sırtını döner.

Bu kültür, bir kültür. Derin, ince, serin duruşlu, ama sıcak kanlı cıvıl cıvıl bir kültür.

Bir çobandan öğreneceğim bir şey varsa, ki hep öğreneceğim bir şey olmuştur, akademik kariyer düşüneceğime yanına bağdaş kurdum. Akademi artık öğrenmeden vazgeçmiş.

O kitap bu kitaba bağlanıyor. O dipnot bu dipnota. Şık, ilginç ama anlamsız bir lafz.

Telif eser, düşünen insan itekleniyor kakalanıyor. Onların arasında işimiz ne?

Bize düşen kültürü ayakta tutmak, insanlığı, insanlık tecrübesini, bilgeliği.

Yeni Aydın potansiyel çanakkalekaçkını, çok bilmiş, fedakarlıkta bulunamayan, kısa sürede geleceği yerin hesabında bir aydın. Ne ahireti var, ne arafı. Ne Haktan, ne Halktan, ne de hakikatten ürküyor. Ürkmek? Korkmak? Evet bunlar cesur insanların işi. Utandırılmaktan korkmak, sahtekarlığımızın yüzümüze vurulmasından çekinmek; aceleye getirmişlikten, hakkı olanı hak edeni çiğnemişlikten, hakikati perdelemişlikten azap duymak.

Kimseler bize benzemekten korkmasın. Karşı durmak, karşı çıkmak, kendini imkansız, silahsız, parasız bırakabilecek adımları atmaktan çekinmemek, haklı olduğunu bilmek, yanılabilirliğini unutmamak, yanlışını görünce düzeltme ahlakına sahip olmak bir hayat işi hayat tecrübesi işi. Kendini kariyerden, paradan, namdan, şan ve şöhretten uzak tutacak sezgi binbir tesadüfle, bin bir şartın üstüste gelmesiyle oluşuyor. Yoksa ne yaparsak yapalım, yanılmamak, bir yerlere demir atmamak mümkün değil. Tecrübe böyle kazanılıyor.

Hayatın defalarca kopması, o kıyıdan bu kıyıya vuruş, o ülkeden bu ülkeye geçiş, binlerce kez yeni baştan başlayış her daim olacak, her insanın başına gelecek iş değil. Başa gelince çekmek, helak olmamak kolay mı? Ayakta duruyorsan, kendi meziyetlerinle değil çoğu kez, önüne çıkan bu olduğu için, böyle denk geldiği için, nasbin bu olduğu için duruyorsun. Her sınanmayı aşabilecek insan daha yaratılmadı. İnsanı büyük yapan, fani olduğunu bilmesi, tevazuyu yitirmemesi.

Ben meşhur olmamayı, kolay geçinmemeyi seçiyorum. Zorluğu sevdiğimden değil, her insan biraz rahat yüzü ister, istediği olur, en azından bazan. Zorluklara direnmeyi seviyorum, bir diyeceğim olduğunda, bir öğreneceğim olduğunda, bir savunacağım olduğunda, başka çarem olmadığında. Kolaya kaçmadığım için zoru seçiyorum. Yoksa her kolay, basit olan basite kaçmanın yolunda değil. Dostluk zor iş değil. Dost zor değil. Sevgili de. Anlamak da. Ama anlamaya karar vermek zor. Cehaleti yenmek çetin, kolayı yok işin.

Yani beceriksizliğimden değil yollarda oluşum. Reddebilecek kadar cesur oluşumdan. Başka bir gelecek, başka bir batıdan başka bir doğudan konuşulabileceğini bildiğimden.

Selamı sabahı olan insanların ülkesini araya araya geçecek ömür. Ne meşhur olacağız, ne de zengin, tüccar yazar, tüccar gazeteci. Susturan çoğulcu, batımerkezci doğucu, oryantal batıcı. Biz halkın aydını olacağız. Halk olmakta karar kılacağız. Onlar yazacak. Biz yaşayacağız. Saban süreceğiz. Karga kovalayacağız.

İnsanlığı yeniden kuracağız. Sessizce yunup kaldırılacağız. Güller içinde.